Kendisini, tarihin en büyük muhaliflerinden birisinin adına izafetle ifade eden bir hareketin, çok değil, sadece bir nesil sonra tarihin en büyük kırılmalarından birini yaşıyor olmasını siz nasıl ifade edersiniz bilmem, ama ben bunun adının “başarı” konmasının isabetli olduğu düşüncesindeyim.
Hemen belirteyim ki burada, kendisini “Nurcu”, “Nur talebesi”… gibi nitelemelerle ifade edenlerin tamamını kastediyor değilim. Onlar arasında Bediüzzaman merhuma mensubiyetle mütenasip duruşa hakkını verenler bulunduğunu bilenler biliyor. Yazının tamamı okunduğunda kasd-ı mahsus anlaşılacaktır…
Bediüzzaman merhum, evet, tarihin en büyük muhaliflerinden birisiydi. Her ne kadar bugün onun bağlısı olduklarını iddia eden birtakım çevreler de hasbel kader “muhalif” kelimesiyle ifade edilebilecek bir vadide seyrediyor olsa da, aradaki büyük farkı atlamak hayatî bir hata olur: Bediüzzaman’ın muhalifliği, bizzat kendi bilinçli tercihinden kaynaklanan soylu bir duruşun ifadesiydi. Birileri tarafından dışlandığı için değil, Yaratan’dan başka bir iradeye dayanmadan dışlayan, eleştiren, reddeden, tavır koyan taraf bizzat kendisi olduğu için “muhalif”ti. Bu bilinçli tercihin tabii sonuçlarına da gönüllü olarak “eyvallah” dedi o.
Bugünkülerin muhalifliği ise “karşı taraf”ın tavrından başka bir şeye dayanmıyor. “Karşı taraf” sürekli “asık suratlı” ve “saldırgan” bir tavır sergilediği için ortaya biraz “dışlanmışlık”, biraz “mağduriyet” tavrı çıkıyor; bize “muhaliflik” gibi görünen işte bu! Bir gün farz-ı muhal, o çok sevdikleri “hoşgörü” ikliminden bir “çoğulculuk” rüzgârı esiverse ve “karşı taraf” deyiverse ki, “Gelin! Biz sizi kendi konumunuzda kabul ediyor ve saygıyla karşılıyoruz; siz de bizi kendi konumumuzda kabul edin ve saygıyla karşılayın”, Allah bilir, ne muhalefet kalır ortada, ne de başka bir “mesele”…
Bediüzzaman merhum bugün yaşasaydı tavrı bu mu olurdu?..
Bu öyle calib-i dikkat bir dönüşüm ki, “geleneksel” –bu kelimeyi kullanmaktan hazzetmiyorum; ama yerine başka bir şey koyana kadar tırnak içinde kullanmaktan başka çarem yok– bir cemaat yapısından, modern bir hareket çıkarıyor karşımıza! Bu hareketin, geldiği noktaya kıyasla hayli “çağdaş” duran tesbitleri, tarz-ı hareketi, hatta “dili” var. Belki hareketin içinde bulunanların, ya da gönüllülerinin çoğu bu dönüşümü fark edemiyor; ama biraz dışarıdan bakma imkânına sahip olanlar için, yaşananın esaslı bir “dönüşüm” olduğu tesbitinde bulunmak çok zor değil.
İşin ilginç yanı, hareketin yaşadığı esaslı fikrî dönüşüme karakterini veren “mefhum”u farklı “mantuk”larla ifadeye koyan başkaları –özellikle bir kısım akademisyenler– “dinde reformculuk”la, “dini modernize etmeye çalışmak”la vs. suçlanırken, “bizimkiler”in hiçbir söylem ve eylemi onlar kadar tepki görmüyor. Çünkü biz –neylersiniz ki– “söylenene” değil, “söyleyene” bakmayı tercih eden bir toplumuz. Yoksa içinden geçmekte olduğumuz seçim sürecinde, “O aslında şöyle demek istiyor” tarzı tevillerle vadi vadi savrulanları ibretle seyrediyor olur muyduk!
Söz gelimi, Roger Garaudy’den Muhammed Arkoun’a, Nasr Hâmid Ebû Zeyd’den Hasan Hanefî’ye kadar bir dizi isim de –bu isimlerin bizdeki izdüşümleri de herkesin malumudur– temelde farklı şeyler söylemiyor. (Bu zevatın düşüncelerini toplu halde görmek için İslâmiyât dergisinin “Şeriat Dosyası” kapaklı özel sayısı iyi bir imkândır.)
Bu zevatı, “Günümüzde Kur’an ve Sünnet üzerinde yeni yorumlar yapılmalıdır” diyenlerden, Fıkh’ın evrensel olmadığını, beşerî olduğunu söyleyenlerden, birtakım ayetlerin “tarihselliği”nden dem vuranlardan, “değişim” diyenlerden, “çoğulculuk” diyenlerden… farklı kılan nedir?
Devam edecek.
Milli Gazete – 14 Temmuz 2007