Tasavvuf’un klasik kaynaklarından “Kûtu’l-Kulûb”da Ebû Tâlib el-Mekkî şöyle der:
“Bilinmelidir ki, Kur’an’ın müşahede, keşif ve melekûtun zuhuru ile olan fehmini, kendisinde şu hasletlerden birisi bulunan bir kul bulamaz: O hasletler şunlardır: “En azıyla bile olsa bid’at amel yapmak, günah işlemekte ısrar etmek, kalbinde kibir bulunmak. Hevasının kalbine yerleşmesi ve ona meyilli olması. Dünya muhabbeti içinde bulunması. İmanında hakka ermeyen bir kul olması. Yakîninin zayıf olması veya okuduğuna vakıf olan bir kimse olmaması. Onun sadece harflerine ve kendi ihtiyarına ittiba eden bir kul olması. Sadece zahir ilmi olan bir müfessirin kavline nazır olması. Hep aklına rücu eden bir kul olması. Hitabın batınında arap ve lugat ehlinin görüşlerine göre hüküm vermesi.” İşte bu özellikleri taşıyan insanlar, Kur’an’ı anlamaktan yana perdelenmişlerdir. (…)
“İşte bunların hepsi, bu akıl ve ilimleri sebebiyle muvahhidlere göre, kapkaranlık bir gecede siyah bir taş üzerinde yürüyen bir karınca gibi, gizli olan şirke müptela olmuşlardır.” (“Kûtu’l-Kulûb”, tercüme: Prof. Dr. Yakup Çiçek, I, 239)
Şimdi Kur’an’ı anlamakta sadece zahirî ilimlere vakıf olan bir müfessirin görüşüyle yetinen kimseleri şirkle itham eden bu sözleri nasıl değerlendirmeliyiz?
Adını, Sehl b. Abdillah et-Tüsterî’nin talebesinden Ebû Abdillah Muhammed b. Sâlim’den alan “Sâlimiyye” fırkası Allah Teala’nın, kıyamet günü Âdemî-Muhammedî bir surette görüleceğini söylemiştir.(Hicrî III-IV. yüzyıllarda Basra’daki Mâlikîler arasında teşekkül etmiş etmiş olan bu Kelamî-Tasavvufî fırka bilahare Hanbelîler arasında şuyu bulmuştur; yukarıda adı geçen Ebû Tâlib el-Mekkî’nin de bu fırkadan olduğu söylenmiştir. Sâlimiyye’nin görüşleri için bkz. “Mevsû’atu’l-Fıraki’l-İslâmiyye”, 274 vd.)
Ebû Nasr es-Serrâc’ın “el-Luma”ında, bu fırkanın muzafun ileyhi olan İbn Sâlim’e yönelik tenkitlerin mevcudiyetini de burada bir not olarak belirtelim…
Bütün bunlarla anlatmak istediğim şu: Geçmiş alimler arasında şu veya bu sahada marjinal görüşler ileri sürmüş olanlar her zaman mevcut olmuştur. Herhangi bir çizgiyi (mesela Tasavvuf’u), kendisine mensup bazı kimselerin eleştiri konusu edilmiş tutumları sebebiyle veya herhangi bir alimi herhangi bir meseledeki gayri makbul görüşleri dolayısıyla bütünüyle reddetmek aklın da ilmin de kabul etmeyeceği bir davranıştır. Hele bizim gibi, aklı ve kalbi modern zamanların türlü şüphe ve vesveseleri ile bulanmış, ilmi gibi ameli de “güdük” müslümanların, geçmişi bu kadar “keskin” bir tavırla “eleştirmeye” kalkması, kimse kusura bakmasın ama bana göre tam anlamıyla “ukalalık”tır.
Evet, Ehl-i Sünnet çizgiyi sonuna kadar ve tavizsiz biçimde savunmalı ve muhafaza etmeliyiz; ancak kırıp dökmemeye, haddimizi aşmamaya ve itidali elden bırakmamaya özen göstermek zorunda olduğumuzu unutmadan…
Sıklıkla sorulan bir sorudur: Kimi/hangi kitabı okuyalım? Bu soru aslında bir zihnî berraklık arayışının ve doğruyu öğrenme arzusunun ifadesidir. Keşke mesele burada kalsa. Ama okuduğu birkaç kitap sonrasında ezberlediği birkaç sloganı diline pelesenk ederek “kelle avcılığı”na soyunanların varlığı çoğumuzun müşahede ettiği acı bir gerçek. Ve bu gerçek bütün yalınlığıyla şunu anlatıyor: Bizler amel etmek için değil, “kelle uçurmak” için okuyoruz. Geçmiş devirlerde insanlar, kaldıramayacakları yüklerin muhatabı olmamak için ilmî konuları ehline havale eder ve ihtiyaçları kadar öğrenmenin peşinde olurlardı. Öğrendikleri rafine edilmiş bilgiydi ve öncelikle ahireti kurtarmaya yönelikti. Şimdi düşünün bakalım, “avantajlı” konumda olan onlar mı, yoksa internet çağında yaşayan bizler mi?
Mart 2002 – Milli Gazete