Modern zamanların Ümmet-i Muhammed olarak önümüze koyduğu belki de en önemli gerçek, küresel dünya karşısında almamız gereken tavrın ne olduğunu kararlaştırırken kaygan bir zeminde hareket ediyor oluşumuz. Vakıayı, yani bize dayatılanı elsiz ayaksız kabul edip, durumu kurtarıcı izahlar üretmek mi, yoksa daha küllî olanın, bu durumdan kurtulmanın yollarını aramaya dönük çabaları teşvik etmek mi? Herkes/im duruma getirdiği açıklamayı merkeze alarak konum belirliyor ve çözüm üretme adına tutturduğu yolu idealize ediyor.
Bu çerçevede yapılması gereken, küresel dayatmalar karşısında sisteme adapte olarak Müslüman kalmanın yollarını aramak mıdır? Bu tavrı benimsediğinizde hareket tarzınızı ve alanınızı, kabul ve redlerinizi, hatta giderek doğrularınızı ve yanlışlarınızı küresel sistemin belirlemesinin önüne geçebilir misiniz? Hangi sistem bilerek isteyerek kendi sonunu getirecek yapılanmalara izin verir?
Evet, yaşadığımız durumu bir “geçici arıza durumu” olarak tesbit edip, problemlere bu anlayış esasında cevap üretmeye çalışmak bir çözüm yolu olarak görülebilir. Ancak bir yandan bu yapılırken diğer yandan da yaşadığımız arıza durumunun düzeltilmesine çalışmak, bunu “nihaî hedef” olarak daima göz önünde tutmak bu işin olmazsa olmazıdır. Zira aksi halde bir süre sonra hayatımızı kolaylaştıran ruhsatlar, “hafifletilmiş” hükümler, “seyreltilmiş” mükellefiyetler alışkanlık yapar, istisnalar kaide haline dönüşür ve “geçici durum” söylemli kalıcılığın keyfini sürmeye başlarız! Bu, yaşadığımız arıza durumunun meşrulaştırılması demektir ki, “fitne” kelimesi en çok böyle durumları anlatıyor olsa gerektir.
Kolaylaştırılmış Fıkıh anlayışının en önemli handikaplarından birisi buysa, diğeri de kaynakları ve geçmişi okuma biçiminde yol açacağı arızalardır. Azınlık Fıkhı üzerine yazdığı kitapta Yusuf el-Karadâvî’nin ortaya koyduğu şu tesbit bunun en güzel örneklerinden birini oluşturur: Sahabe, kolaylaştırma anlayışı bakımından Tabiun’dan daha ileridedir. Tabiun da kendilerinden sonra gelenlere göre daha “kolaylıkçı”dır. Bu durum daha sonraki kuşaklarda böylece devam eder. Her sonra gelen kuşak bir öncekine göre daha “ihtiyatçı”dır. Bu tavır kuşaktan kuşağa birikerek gelmiş ve sonunda Efendimiz (s.a.v)’in kaldırmak üzere gönderildiği ağır yüklere ve zincirlere benzer bir hal almıştır.[1]Burada gönderme yapılan, Efendimiz (s.a.v)’in, Ehl-i Kitab’ı, ağır yük ve zincirlerinden kurtarmak üzere gönderildiğini beyan eden 7/el-A’râf, 157. ayetidir.
el-Karadâvî’nin, Efendimiz (s.a.v)’in nasıl kolaylaştırma taraftarı olduğunu ortaya koymak amacıyla zikrettiği örneklerin istisnasız tümü Fıkıh kaynaklarında ma’mulun bih (kendileriyle amel edilen) hükümler olarak zaten yerlerini almışken, her yeni gelen kuşağın İslam’ı “ihtiyata riayet” adı altında zorlaştırdığını söylemenin nasıl bir dayanağı olduğu merak konusudur…
Çağdaş müftüleri, insanları mezheplerin dar zindanından genişliğe çıkarmaya, özellikle de Sahabe’nin alimlerinin görüşlerine davet eden el-Karadâvî’nin bu tutumunun, yaşadığımız hayatı İslamlaştırmaya çalışmak yerine, yaşadığımız hayata İslam’dan onay aramaktan başka bir anlamı yoktur. Sahabe’nin görüş ve fetvalarını hangi Sünnî mezhep bir kenara atmış ki? Evet, el-Karadâvî, muhtelif görüşler arasında delili tercihe en layık olanını almaktan söz ediyor, ama ne hikmetse işin ucu her zaman “kalaylaştırılmış olan”a çıkıyor!
Gerek onun, gerekse konu hakkında yazan el-Alevânî ve benzeri araştırmacıların, “çağın problemlerine çözüm aramak” başlığı altında ortaya koyduğu hassasiyetlere katılmamak mümkün değil. Ama bu durum bizi, adeta bir panik havası içinde nerede ne bulursak almak gibi bir garabete de itmemeli.
Devam edecek.
Milli Gazete – 26 Ocak 2008
Kaynakça/Dipnot
↑1 | Burada gönderme yapılan, Efendimiz (s.a.v)’in, Ehl-i Kitab’ı, ağır yük ve zincirlerinden kurtarmak üzere gönderildiğini beyan eden 7/el-A’râf, 157. ayetidir. |
---|