Modern zamanlarda Müslümanlar’ın müptela olduğu en önemli hastalıklardan birisi, meselelerini, kendilerine ait olmayan kavramlarla konuşmayı alışkanlık haline getirmiş olmalarıdır. Hatta bunu, bütün iptilaların sebebi olarak teşhis etmek daha doğrudur.
Maruz kaldığımız herhangi bir olumsuzluğu “hak ihlali” söylemi ile ifade ettiğimizde ilk hatayı işlemiş oluyoruz mesela. Zira maruz kaldığımız bahse konu haksızlığın “insan haklarına aykırılığı”nı ileri sürerek “hak arama”ya başlamamızdan da bellidir ki, “hak ihlali” söylemi, “insan hakları” kavramı ile doğrudan ilişkilidir.
Buna, “insan hakları kavramı Batı’dan yüzyıllarca önce İslam tarafından tanınmış ve uygulanmıştır” gibi anakronik bir yaklaşımla itiraz edilebilir. Bu, modernitenin önemsediği/kutsadığı ne varsa hepsinin İslam’da bir temeli veya iz düşümü bulunduğu varsayımına dayanan bir itirazdır. Dolayısıyla belki önce bu anlayışın sorgulanması gerekir.
“İnsan hakları” kavramının menbaı Batı’dır ve bu kavrama orada vücut veren arka plan son derece önemlidir. Kavrama bu noktayı dikkate alarak baktığımızda Batılı insan için “insan hakları” kavramının ifade ettiği anlam şudur: Birey doğuştan getirdiği birtakım haklara sahiptir. Herkes bunlara riayet etmekle, devlet de bunları korumak ve güvence altına almakla yükümlüdür. Eğer ben bir başkasının alanına girersem, bu, benim de alanıma girilmesini mümkün kılar. Başkasının benim alanıma girmesi olabilecek en kötü şeydir. Dolayısıyla ben başkalarının sınırını geçmemeliyim ki, başkaları da benim sınırımı geçmesin.
Burada ön planda olan, bireyin “özgürlüğü”dür. Dolayısıyla “hak” kavramını “özgürlük” kavramından ayrı telakki etmenin imkânı yoktur.
İslam’da da “hak” kavramı vardır, evet, ama çerçevesi hayli farklıdır. Hatta diyebiliriz ki, aynı kelimeyle ifade ediliyor olmak dışında aralarında neredeyse hiçbir okrat nokta yoktur.
“Hukukullah” (Allah hakkı) ve “hukukul ibad” (kul hakkı) şeklindeki ayrım dahi bunun böyle olduğunun ifadesidir. Burada ön planda olan, –mezkûr ayrımın da ifade ettiği gibi–, bireyin kendi “özgürlüğünü” değil, başkalarının “haklarını” muhafaza anlayışıdır. Dolayısıyla İslam nazarında ön planda olan, “mükellefiyet”tir.
İslam’da “başkasının hakkına girmemek”, Batı’da ise “kendi hakkını çiğnetmemek” esastır.
Komşusunun evine hırsız girdiğini gören kimse hemen polise haber verir. Batılı insan bunu, müdahale edilmemesi halinde hırsızın yarın kendi evine de girebileceği düşüncesiyle, Müslüman ise bunu, hem haram bir fiilin işlenmesine engel olma, hem de komşusunun emanetini koruma düşüncesiyle yapar.
İslam’da sadece insanın değil, kurdun-kuşun, börtü-böceğin de hakkına riayet esas olduğu için, tabiata/çevreye, yani “mahlukata” hoyratça muamele etmek, onların “hakkına girmek”tir ve bu, “zulüm”dür. Batılı anlayışta ise, kurda-kuşa, börtü-böceğe zarar vermek, eko-sistemi olumsuz etkilediği için yanlıştır.
İslam’da gıybet, dedikodu, haset… de “başkasının hakkına girme” anlamı taşıyan fiillerden olduğu halde Batı’lı “insan hakları” konseptinde bunun bir karşılığı yoktur.
İslam’da müslümanın “haram işleme özgürlüğü” yoktur. Dolayısıyla bir müslümanın, –tamamı Batılı anlamda “kişi hak ve özgürlükleri” çerçevesine giren– içki, kumar, zina, faizcilik, tefecilik… vb. “haram”ları işleme özgürlüğünden söz edilemez.
Bütün bunların ötesinde ve üstünde Müslüman için “emr-i ma’ruf–nehy-i münker” gibi temel bir mükellefiyet vardır ki, Müslümanların, Din’in yasakladığı fiilleri “bireysel özgürlükler” çerçevesine görerek işlemeye kalkışmasının dahi sakındırılması gereken bir “münker” olduğunu hatırlatması bakımından temel bir anlama ve öneme sahiptir…
Milli Gazete – 26 Nisan 2008