Herhangi bir paradigmanın hakimiyetini tesis etmesi de, başka bir paradigmaya teslim etmesi de aslında kavramlar temelinde yürütülen bir faaliyetin/mücadelenin sonucunu işaret eder. Kavramlarını kabul ettirebilen paradigma, düşüncenin parametlererini belirlemiş olmakla kendi bakış açısını yerleştirir ve mücadeleyi kazanır; tersi durumda da bir kenara bırakılmakla yüzyüze kalır.
Modern zamanlarda Müslümanlar’ın, modernitenin köklü meydan okuyuşu karşısında atması gereken birincil ve en önemli adım, “doğru stratejiyi” belirleme olmalıyken, bunun henüz yeterince başarılamamış olması dolayısıyla taşlar bir türlü yerli yerine oturmuyor. Modernite’nin bir “sapma” olduğunu söylemenin ve bu “sapma”yı lanetlemenin hiçbir şeyi çözmediğini geçen zamanın bize fazlasıyla gösterdiği aşikâr…
Oysa aslında modernitenin, bugünkü zahirî başarısını “kavramsallaştırma” maharetine borçlu olduğunun tesbiti bile bize “geçerli strateji”nin belirlenmesinde son derece önemli bir hareket noktası temin edecektir. Üstelik tarihî tecrübe ve birikim bize modernitenin kavramsal temelde yürüttüğü mücadelenin dengelenmesinde ve hatta bertaraf edilmesinde yeterli malzemeyi sunacak zenginliktedir.
Somut bir örnekle meseleyi biraz daha tavzih edelim: Modernitenin yaslandığı en hayati kavramlardan birisi –bilindiği gibi– “tarihsellik”tir. Ve Modernistler bu kavramın geçerliliğini/meşruiyetini ispatlamak için hemen her zaman Kur’an’ın nazil olduğu döneme özgülüğüyle ön planda bulunan nasslara sarılır ve o meşhur “indirgemeci” ve “genellemeci” bakış açısıyla belli örneklerden hareketle elde ettikleri sonuçları bütüne teşmil etmeye çalışırlar.
Ne ki nasslarda belli durumlara, zamanlara, hatta kişiye/kişilere yönelik hitaplar bulunduğunu bizim Usul’ümüz başından beri söylemektedir. Söz gelimi Tebbet suresi, Ümmehat-ı Mü’minin’e hitap eden ayetler, ifk hadisesi vs. böyledir. Modernite’nin “tarihsellik” kavramıyla ifade ederek bütün ahkâma genelleştirmeye çalıştığı bu ve benzeri örnekler bizim Usul’ümüzde “hâss/hususî/mahsus” kavramlarının kapsama alanında değerlendirilmiştir. Ancak burada ilahî hitabın beyan şekli, üslubu ve incelikleri göz önünde bulundurularak “indirgemecilik”ten kaçınılmış ve ifade bütün yönleriyle, irtibatlı olduğu diğer ifade ve hükümlerle, Arap dilinin incelikleriyle irtibatlandırılarak “kendisiyle umum murad edilen hususî hitap” ve “kendisiyle husus murad edilen hususî hitap” gibi –tefsirlerde pek çok örneği kolayca görülebilecek– tafsillere gidilmiştir. Burada “tarihsel” kavramına denk düşebilecek olan, sadece “kendisiyle husus murad edilen hususî hitap” kategorisine giren hitaplar olabilir.
Ancak Modernistleri’in “tarihseldir” diyerek –tabir yerindeyse– bir kenara atmak istedikleri bu türlü ayetleri ulema hiçbir zaman “işlevsiz” olarak görmemiş, onlardan pek çok ahkam istinbat etmiştir. Bu durumun da pek çok örneği yine tefsirlerden kolayca izlenebilir.
13 Temmuz 2002 – Milli Gazete