İslam Dünyası’nda “öze dönüş”, “kaynaklara dönüş”, “uyanış”, “diriliş” gibi tabirlerle anılan hareketler hep bir arayışın, hakikati bulma ve eski izzetli günlere dönme çabasının ürünüdür. Her kes/im kendi tesbitleri ve okuyuşu istikametinde çözüm önerilerinde bulunuyor. Kimi bireysel arınmaya vurgu yapıyor ve “birey düzelirse toplum da, devlet de düzelir” tesbitinden hareket ediyor; kimi “devlet düzelirse toplum da birey de özünü bulur” diyor. Kimi bütün bunların “ilim” yoluyla olacağını söylerken, kimi takvaya, kimi de cihada vurgu yapıyor.
Tabii bütün bu tesbit ve okumalar zaman içinde kendine mahsus yapılanmaları da beraberinde getirmiş, örgütlenme ve faaliyet biçimleri, yukarıdaki tesbitler doğrultusunda belirlenen hedeflere ulaşmak üzere tasarlanmıştır.
Bugüne kadar sürekli sorulan ve cevabı herkesi tatmin edecek ölçüde bir türlü verilemeyen soru şu: Bu farklılıklar niçin oluşmuştur? Bunlar bir gereklilik/kaçınılmazlık sonucu ortaya çıkmışsa niçin birbirlerinin alternatifi, hatta –bazı durumlarda– “düşman kardeşi” olarak iş görüyor? Bunların tamamının aynı anda var olması bir arıza ise, doğru nerededir?
Bana sorarsanız bu soruların bir tek cevabı yok. Zira bu hareketlerin tutunabilmesi mümkün olmuşsa, toplum –en azından toplumun bir kesimi– tarafından benimsenmiş olmasındandır.
Bu tesbit, o hareketlerin, toplumdaki –en azından tutunabildikleri kesimindeki– dinamiklerle buluşmayı başardığını, problem ve çözüm konusunda görece isabetli teşhislerde bulunduğunu göstermesi bakımından son derece önemlidir. Yani söz konusu yapılanmaların her biri, hakikatin bir veçhesini yakalamıştır.
Daha önce de muhtelif vesilelerle dile getirmiştim: Bu tesbitlerin tamamı görece doğrudur; “küllî” değil, “cüz’î”dir. Açayım:
Eğer ilimle iştigal ediyorsak, beynimizdeki “ilim” penceresi açılıyor, diğerleri kapanıyor ve biz kaynaklarımızın ve tarihî tecrübemizin münhasıran “ilim” ile ilgili alanlarına atıflarda bulunuyor, tesbitlerimizi bu suretle refere ediyoruz.
İştigal sahamızı tasavvuf oluşturuyorsa, beynimizdeki diğer pencereler kapanıyor; kaynaklarımızın ve geçmişimizin bireysel arınma, takva, ferdî müslümanlık ile ilgili alanlarına vurgu yapıyoruz.
Bu, cihad hareketleri ile ilgili olarak da böyle, siyaset ile ilgili olarak da böyle, ekonomi ve sair alanlarla ilgili olarak da böyle.
Aslında bütün bu vurgular ve referanslar yanlış değil. Hepsi hakikatin bir veçhesini yansıtıyor. Problem şurada ki, bütün bunlar hakikatin “bir veçhesini” yansıtıyor; tamamını değil. Hakikatin tamamına, ancak bütün bu tesbit ve referanslar birleştiğinde, bir arada icra-i faaliyet ettiğinde ulaşabileceğiz ancak.
Yani geçmişte birtakım insanların kendilerini zühd hayatına adamış bulunması, toplumun herhangi bir maslahatının aksamasına yol açmıyordu. Cihad devam ediyordu, ilmî faaliyet devam ediyordu; sosyal ve ekonomik hayatta herhangi bid inknıta ve arıza oluşmuyordu.
İmam Ebû Hanîfe Kûfe’de kendisini ilme adamış, hayatını ilim öğrenmeye ve öğretmeye vakfetmiş birisi olarak yanındaki mesai arkadaşlarıyla birlikte ilm3i zçalışmadan başka bir şey yapmamış ve bu toplum hayatında herhangi bir aksaklığa yol açmamıştır. Cihad devam etmiş, zühd hayatı aksamamış, Ümmet’in diğer mes’uliyetlerinin ifasında herhangi bir arıza oluşmamıştır.
Yahut Dâvud et-Tâî, el-Hâris b. Esed el-Muhâsibî… gibi zühd hayatının zirve isimleri siyasetle ilgilenmemiş, cihada fiilen iştirak edip cepheden cepheye koşmamışsa bu da toplum ve devlet hayatında herhangi bir kesinti ve arıza oluşturmamıştır. Zira o alanlarla iştigal edenler görevlerinin başındadır.
Ömrünü, bu Ümmet’in ruhbanlığı olan cihada adamış mücahidler için de aynı durum söz konusudur. Onların hayatlarını cephelerde geçirmiş olması, ilmî faaliyetin, tebliğ ve davetin, zühd hayatının ve diğer sahaların aksamasına hiçbir şekilde yol açmamıştır.
Bütün bunların ortaya koyduğu gerçek şudur: İslam, toplum dinidir; toplumun her kesiminin, üzerine düşeni, belli bir sistem, koordinasyon ve işbirliği içinde yapmasıyla arzu edileni gerçekleştirir. Birbirinden kopuk ve hatta birbirine arkası dönük olarak icra-i faaliyet eden İslamî grupların ortaya koyduğu ise kısmî çözümler olmaktan ileri gitmez, gidemez.
Milli Gazete – 7 Kasım 2009