“Onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma. Şüphesiz onu toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve okutmak bize aittir. O halde biz onu okuduğumuz zaman sen onun okunuşunu takip et. Sonra şüphen olmasın ki onu açıklamak da bize aittir.” (75/el-Kıyâme, 16-9)
Bu ayet, “Kur’an” tanımında lafzın da tıpkı mana gibi göz ardı edilemeyecek merkezî bir yer tuttuğunu açık biçimde göstermektedir. Zira Efendimiz (s.a.v)’in, vahyin kelimelerini hemen ezberine almak için –belki de “telaş”a varan bir hassasiyetle– ayetleri Cebrail (a.s)’ın okumasının hemen ardından tekrar etmesi yanında, devam eden ayette Kur’an‘ın Efendimiz (s.a.v)’e “okutulması”nın ilahi garanti altında bulunduğunun beyan buyurulması da bu tesbiti vurgulu biçimde teyit etmektedir.
Aksi halde ne Hz. Peygamber (s.a.v)’in Kur’an kelimelerini hemen ezberine almak için gayret göstermesinin, ne de onların Hz. Peygamber (s.a.v)’e okutulmasının Yüce Allah tarafından garanti edildiğinin beyan buyurulmasının her hangi bir anlamı olmazdı.
Öte yandan İmam Ebû Hanîfe‘nin, Arapça telaffuz ve ezber konusunda bir sıkıntısı olmayanların bile namazda başka dillerle kıraat edebileceği konusundaki içtihadının hangi gerekçe ve delillere dayandığı bizzat kendisinden menkul değildir. Bu babda sonraki ulemanın bu içtihadı gerekçelendirirken ileri sürdüğü deliller –İmam‘ın bir önceki yazıda zikrettiğim “Kur’an” tanımı da göz önüne alındığında–, gerek bu ayet, gerekse başka benzerleri sebebiyle tartışmaya açıktır.
Nitekim İmam‘ın bu içtihadına katılmayan –başta “Sâhibeyn” olmak üzere– diğer ulema da işaret edilen delilleri enine boyuna tartışmış, “müfta bih” görüşün, “Sahibeyn“in içtihadı olduğu hususunda karar kılınmıştır.
İmam Ebû Hanîfe‘nin, bahse konu görüşünden rücuu meselesini daha sonra ele alacağım. Ama burada şimdilik bu “rücu” meselesinden sarf-ı nazar ederek bir noktanın altını çizelim: Eğer bir meselede bir müçtehid imam infirad etmişse (içtihadında kendisine katılan kimse olmamışsa) bu elbette tek başına o içtihadın “şazz” veya zayıf olmasını gerektirmez. Ancak burada o imamın hangi delillerden hareket ettiğini ve hangi hususları göz önünde bulundurarak o içtihada vardığını bilmek gerekir. Söz konusu delile vakıf olunduktan sonra durumu incelenir. Şayet zayıf bir delil ise o içtihad terk edilir ve cumhurun görüşüne dönülür. Nitekim mezhepte bu veya buna benzer durumlarda “müfta bih” olan ve olmayan kaviller birbirinden ayırt edilmiş, “racih” olanlar tercih edilmiş, “mecruh” olanlar bırakılmıştır.
Buradan hareketle meselemize dönecek olursak; İmam Ebû Hanîfe‘nin “anadilde ibadet” meselesinde söz konusu içtihada hangi delillerden kalkarak vardığını bilmiyoruz. Bildiğimiz, onun bi içtihadının delil ve gerekçeleri olarak elimizde bulunan malzemenin, daha sonraki fukaha tarafından ortaya atıldığıdır.
Ancak bir önceki yazıda bizzat İmam‘ın el-Fıkhu’l-Ekber‘inden Kur’an hakkında tesbit ettiğimiz ifadeleri, onun, Kur’an‘ı Kur’an yapan asıl unsurun mana olduğu düşüncesini taşıdığı yolundaki tesbitlere ihtiyatla yaklaşmamızı gerekli kılmaktadır.
(Devam edecek)
Milli Gazete – 24 Temmuz 2003