Pazartesi günkü yazımda, dinde yenilik isteyenlerin İslam’ın ilk üç asrına sıklıkla gönderme yapmasının şu üç hususla izah edilebileceğini belirtmiştim: İslamî ilimlerin usullerinin henüz tam anlamıyla teessüs etmemiş olması, hadis musannefatının henüz nihaî aşamaya ulaşmamış olması ve mezheplerin kurumsal anlamda teşekküllerini henüz tamamlamamış olması.
Birbiriyle sıkı bir münasebet içinde olan bu üç hususun, tezimizin doğruluğunu desteklediği varsayıldığında ortaya şöyle bir problem çıkmaktadır: Bizim “zaman” telakkimiz, modern zaman telakkisinin tersi istikamettedir. Yani modernistlere göre modernite, insanlık tarihinde ulaşabileceğimiz en mükemmel aşamadır. Tarihin bittiği tezi de temelde bu kabulün ifadesinden başka bir şey değildir. Oysa biz, Efendimiz (s.a.v)’in yaşadığı zaman dilimine “asr-ı saadet” deriz. Oradan itibaren beriye doğru geldikçe “fesad-ı zaman”ın yaygınlık ve etkinlik kazandığını, yani aslî değerlerin giderek kaybedildiğini ve yerini çözülmenin, bozulmanın aldığını söyleriz.
Bu gerçek, Müslümanlık bilincinin niçin “Selef” kavramı merkezinde şekillendiğini de izah eder. Hatta bunun tabii bir uzantısı olarak “bidat” kavramını dahi Sahabe kuşağına yabancılıkla tarif ederiz…
Burada soru şudur: Eğer asr-ı saadetten itibaren her şey giderek çözülüyor/bozuluyorsa, yenilik taraftarlarının ilk üç asra atıf yapmasının sebebi olarak yukarıda yer verilen izah tarzı geçerli olmamalıdır. Zira İslamî ilimlerin ve onların usullerinin ilk üç asırda henüz sistematik anlamda tekemmül etmediğini söylemek, daha sonraki asırlarda, daha önce görülmeyen bir gelişme ve ilerleme kaydedildiğini söylemek demektir…
İlk anda doğru gibi görünen bir tesbit, vakıaya biraz daha dikkatli bakıldığında tartışmalı hale gelmektedir. Zira İslamî ilimlerin daha sonraki asırlarda teessüs ve mezheplerin bilahare teşekkül etmiş olması, ilimde mutlak bir gelişmenin göstergesi değildir. Mezhepler, İslamî ilimlerin usulleri vs. ilk asırlarda mevcut bilgi kaynaklarının anlaşılmasına dönük faaliyetlerin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Yani ilk asırlar bizatihi “kaynak”lık hüviyetini haiz iken, sonraki asırlarda yapılan çalışmalar bu kaynakları “anlamak” adına kat edilen mesafelerin göstergesi olarak okunmalıdır.
el-Kevserî merhumun nefis tesbitiyle, İslam’ın ilk dönemlerinde yaşayanların nasslardan anladığı neyse, anlaşılması gereken odur. Sonraki fukahanın fonksiyonu ise, İslam’ın hükmünün şu veya bu zamana/ortama göre tafsil edilmesinden ibarettir.
Mezheplerin teşekkül süreci tamamlandıktan sonra bir daha mutlak müçtehid çıkmamış olmasının açıklaması da burada aranmalıdır. İçtihad faaliyeti daha sonraki asırlarda da kesintisiz devam ettiği halde “mutlak müçtehid”den bahsedilmemesi şüphesiz aynı sürecin bir yansımasıdır.
Bunlar kadar önemli bir diğer husus da, başından beri yaşanan bu sürecin, daha farklı yaşanabilecek bir süreç olmadığı gerçeğidir. Yani mezheplerin teşekkül tarzı, Fıkıh ve Usul-i Fıkh’ın sistematik olarak varoluş biçimi, olanın, olması gerektiği biçimde olduğunun ifadesidir. Daha farklı bir oluşumun imkânından bahsetmek belki aklen mümkün ise de, adeten mümkün değildir.
İlk üç asra, farklı bir müslümanlığın ortaya çıkabileceği düşüncesiyle gönderme yapmak, enerjiyi boşa harcamaktan başka bir anlam ifade etmez.
Milli Gazete – 12 Nisan 2008