Sözün bittiği yerdeyiz.
Dünyanın gözleri önünde olup bitenleri düşünürken içimizden nelerin geçtiği çok önemli.
Gazze’de bir halkın soykırıma tabi tutuluşu mudur hadise? Siyonizmin genetik kan dökücülüğü, korkaklığı ve sinsiliği mi? Dünyanın suskunluğu mu? Birbirine karışan çığlıklar, parçalanan bedenler, karanlık, soğuk mu? Nereden başlayarak, adını nasıl koyarak konuşmak lazım?
Bana sorarsanız bütün bunların başında, bütün bunlara sebebiyet veren şeyi konuşmamız gerekiyor: Ümmet’in içine düş-ürül-düğü zilleti.
Bu maraz, Ümmet’in ekseriyetinin ruhuna sinmiş durumda ne yazık ki. İslam coğrafyasında iş başında bulunan (siz sunu “tutulan” diye okuyun) kukla yönetimler, konumlarını hemen tamamen yaşadıkları ve izhar ettikleri zillete borçlu bulunuyor.
Mısır Dışişleri Bakanı Türkiye’deyken, Mısır’ın, İsrail’deki büyük elçisini geri çekmeyi ve İsrail’in Mısır’daki büyük elçisini geri göndermeyi düşünüp düşünmediklerini sordu bir Arap gazeteci. Aldığı cevap şuydu: “Senin bu söylediğin savaş durumudur. Mısır’ın şerefli ve güçlü bir silahlı kuvvetleri vardır ve o silahlı kuvvetler Mısır halkını en iyi şekilde korumaya muktedirdir. O silahlı kuvvetler gerektiğinde Mısır halkını senin gibilere karşı koruyacaktır!”
İşte İslam ülkelerinin en temel problemi bu. Varlığını halkına borçlu olan silahlı kuvvetleri, ülkeyi “kendi halkına karşı” korumakla görevli sayıyor kendisini! Sıra İsrail’e gelince, meşhur Altı Gün Savaşı’nda olduğu gibi hiçbir varlık gösteremeden savrulup gidiyorlar…
İslam Ümmeti olarak dünyayı en az gâvurlar kadar seviyoruz! Dünyaya karşı içimizde en az gâvurlarda bulunan kadar zaaf barındırıyoruz. Sürekli kaybedişimizin, sürekli küçülüşümüzün ve geri çekilişimizin en temel sebebi bu!
Oysa bizim dünya ile, hayat ve ölüm ile aramızda çok daha farklı bir ilişki vardı. Hz. Ömer (r.a)’in komutanı, Müslümanlara İran kapılarını açan Kadisiye savaşı öncesi mecusilerin mutantan savaş karargâhında, kıyafetleriyle, sayılarının azlığıyla ve zayıflıklarıyla dalga geçen Sasani komutanların, “Bizi nasıl alt etmeyi düşünüyorsunuz?” şeklindeki ironi yüklü sorusuna şöyle cevap veriyordu: “Dalga geçtiğiniz bu insanlar var ya, onlar ölümü, sizin dünyayı sevdiğinizden daha çok seviyor.”
Evet, biz ölümü arzu etmez olalı ve dünyaya zebun olalı zilletten zillete yuvarlanıyoruz. Efendimiz (s.a.v) tam da bu durumu haber vermemiş miydi? Sahabe’den Sevban (r.a)’ın şahsında bizi şöyle uyarıyordu Alemlerin Efendisi:
“Yiyicilerin, bir yemek çanağının başına birbirlerini çağırdıkları gibi, milletler de sizin üstünüze birbirini çağırdığı zaman haliniz nice olur?” Sahabe, “Yâ Rasûlallah! Bizim o zaman sayımız az mı olacak?” diye sorduğunda Efendimiz, “Tam aksine, sayınız çok olacak; ama kalbinizde vehen bulunacak” buyuruyor. “Vehen nedir ey Allah’ın Resulü?” diye sorulduğunda, “Ölümü sevmemeniz, ölümden ikrah etmeniz ve dünyayı sevmeniz; dünyaya bağlanmanız” buyuruyor.
Evet, şimdilerde yaşadığımız tam olarak bu.
Ancak Gazze’deki direniştir ki, bizi silkeliyor, sarsıyor ve bize ait olanı hatırlatıyor. “Ey Musa! Biz o kavimle savaşamayız. Sen ve Rabbin gidip savaşın” diyen kavmin çocukları, çelik zırhların arkasına sığınarak, teknolojik üstünlüklerinin gölgesine sinerek uzaktan bombalıyorlar Gazze’yi. Sıra göğüs göğüse çarpışmaya gelince, siniyorlar, korkuyorlar. Cumartesi gecesi Gazze’nin bombalarla aydınlanan sokaklarından bir Türk hanım kardeşimiz öyle diyordu: “Bunlar tanklarından inmeye korkar. Kara savaşı fazla uzun sürmeyecektir. 15-20 ölü verdiklerinde çekilip gideceklerdir. Hep öyle oldu.”
Gazze bize kaybettiğimiz şeyleri hatırlatıyor. Dünyayı adaletin, hakkaniyetin, sulhün, selametin, kısacası Allah’ın muradının hakim olduğu bir gezegen haline getiren, başka değil, sadece bizim varoluş bilincimizdi; hayata ve ölüme verdiğimiz anlamdı. Gazze bize kendimizi hatırlatıyor…
Ne zaman ki bu anlamı yeniden idrak edeceğiz, o zaman yeryüzü başka bir yeryüzü olacak!
Milli Gazete – 5 Ocak 2009