Kelam fırkalarının tarih sahnesine çıkış serüveni, Kelam tarihiyle ilgili çalışmalarda ortaya konulmuş olmakla birlikte, bizler bugünü anlamada –çoğunlukla “fırkalaşmanın sosyolojisi” üzerinde kafa yormadığımızdan– onlardan gereği gibi istifade ediyor sayılmayız.
Söz gelimi Mu’tezile’nin nasıl olup da tarih içinde kendisine o kadar taraftar bulduğu sorusu üzerinde yeterince düşündüğümüz söylenebilir mi? Havaric’in, Cebriye’nin, Mürcie’nin ve diğerlerinin de öyle… Bizim bugün “sapıklık” olarak nitelendirdiğimiz o görüşler nasıl oldu da onca insan tarafından paylaşıldı ve ateşli bir şekilde savunuldu; hatta uğruna kan döküldü?
Hiç şüphe yok ki bu fırkaların oluşum safhalarında, ileri gelenlerinin zekâsı, ilmî müktesebatı ve diğer liderlik özellikleri yanında dindarlıklarının da büyük rolü vardı. Kelam fırkaları mensuplarına ait Tabakat kitaplarında, bilhassa Şia ve Mu’tezile’ye ait kaynaklarda bu hususta bol malzeme bulunur. Hatta konu hakkında Ehl-i Sünnet kaynaklarda da malumat bulmak mümkündür.
Söz gelimi Mu’tezile’nin ilk liderlerinden Amr b. Ubeyd’in biyografisine ez-Zehebî, “Zahid ve abid idi” sözleriyle başlar. Gerçekten de ibadet ve zühdüyle meşhur olan Amr b. Ubeyd, kırkıncı defa gittiği hac dönüşü vefat etmiştir.
Keza onu –Mu’tezile’nin temel görüşlerinden birisi olan “mürtekib-i kebire”, yani– büyük günah işleyen kimsenin durumu konusunda uzun münakaşalardan sonra ikna eden ders arkadaşı ve aynı zamanda hocası Vâsıl b. Atâ’nın durumu da pek farklı değildir. Zühdüyle meşhur Amr b. Ubeyd’in, kız kardeşini Vâsıl b. Atâ ile evlendirmesi de aralarındaki yakınlığın önemli göstergelerinden birisidir.
Aynı şekilde Mu’tezilî fikirlerin ilk savunucularından olan Ma’bed el-Cühenî de Sünnî hadis tenkitçileri –en azından bir kısmı– tarafından rivayetine itimat edilebilir birisi olarak tavsif edilmiş, rivayetleri ile itikadî tavrı birbirinden ayrı tutulmuştur. Örnekleri çoğaltmak mümkün…
Bir kimse veya kesimin itikadî sahada ortaya koyduğu görüşler, o kimse veya kesimin dindarlığıyla, dine hizmetiyle, ilmiyle… değerlendirilmez. Bir başka ifadeyle bir kimse veya kesimin dindarlığı, takvası, ilmî seviyesi, hizmetleri, onun itikadî sahaya taalluk eden görüşlerinin tamamının doğru olduğunun ve tasdik edilmesi gerektiğinin ölçüsü değildir. Dinî yaşantısında son derece takvalı, Ümmet’in hassasiyetlerine her fırsatta tercüman olan nice insan vardır ki, sırf bu yönü sebebiyle, itikadî sahada düştüğü vartalar sempatizanları tarafından önemsenmez, hatta yeri geldiğinde en olmadık tevillerle müdafaa edilir! Oysa dikkat edin; yukarıda isimlerini saydığım insanların tamamı, tabaka olarak Tabiun döneminin insanlarıdır ve buna rağmen Ehl-i Sünnet tarafından “bid’atçı” olarak tavsif edilmekten kurtulamamışlardır!
Öte yandan Mu’tezile, fikrî ve entelektüel faaliyetleriyle pek çok gayrimüslimin İslam’a girmesine vesile olmuş bir fırkadır. Ama bu hizmetleri onları “Ehl-i bid’at” olarak nitelendirilmekten kurtaramamıştır. Keza dillere destan ibadetleri de Hariciler’in “bid’atçı fırka” olarak anılmasına asla engel teşkil etmemiştir.
Bütün bunlar bizi “fırkalaşmanın sosyolojisi” üzerine daha bir ciddi düşünmeye davet eden hususlardır. Özellikle –tabir mazur görülsün– “at izinin it izine karıştığı” günümüzde “Fırka-i Naciye”nin ayırt edici vasıf ve kabulleri üzerinde daha bir hassasiyetle durmak zorundayız. Unutmayalım ki tarih içinde ortaya çıkmış bid’at fırkaların bütün görüşleri Ehl-i Sünnet’e aykırı değildi. Onları “bid’at ehli” yapan, Ehl-i Sünnet’ten ayrıldıkları “birkaç mesele” olmuştur!
Milli Gazete – 27 Ağustos 2007