“21. yüzyılda tartıştığımız anadilde ibadet meselesi, “Türk dünyasının hayatî meselelerinden biri” olarak, ilk kez, Hindistan Türk-Moğol Devleti’nin dirayetli hakanı Ekber Şah (ölm. 1605) tarafından ele alınmıştır.
“Ne yazık ki, Ekber’in gayretleri, kutsallaştırılmış Arap kültür hegemonyasını yıkacak gücü gösterememiştir.”
Yukarıdaki satırlar, “anadilde ibadet“i, Türkiye için ve hatta Türkî Cumhuriyetler için “varlık-yokluk meselesi” olarak gören Y.N. Öztürk‘e ait. (Anadilde İbadet Meselesi, 68)
Yapılması gereken, “anadilde ibadet“in, bir önceki yazıda da vurgulamaya çalıştığım gibi, sırf İslam Fıkhı’nın bir iç meselesi olarak ele alınmasıdır. Ancak ne yazık ki başından beri ülkemizde bu mesele “ideolojik” zeminde gündeme getirilmiş ve tartışılmıştır.
Öztürk‘ün bu meseleyi Ekber Şah hareketiyle buluşturma gayreti ise tam anlamıyla “ürküntü verici“dir. Ekber Şah‘ın, Abdülhayy el-Hasenî tarafından nakledilen icraatlarını bir sonraki yazıya bırakarak burada şu kadarını söyleyelim ki, 16. asrın son çeyreğinden 17. asrın başlarına kadar tam bir “sahte ilah” edasıyla Hindistan‘daki bütün dinleri birleştirerek “Din-i İlahi” adında “uyduruk” bir din oluşturmaya gayret etmiş olan Ekber‘in başlattığı çığır tam bir “ilhad“dır ve İslam Fıkhı‘nın herhangi bir meselesinin, herhangi bir şekilde bu “ilhad” ile ilişkilendirilmesi İslamî hassasiyet ile bağdaştırılabilir bir tutum değildir.
Kaldı ki Ekber ve “Din-i İlahi” girişimi için “Türk Dünyası” veya “Türklük” diye bir boyut kesinlikle söz konusu değildir. el-Hasenî‘nin zikrettiği “Ekber dönemi ilmî çalışmaları” meyanında gerçekleştirilen tercüme faaliyetlerinin, başka dillerden Türkçe‘ye değil, Türkçe dahil başka dillerden Farsça‘ya yapıldığını belirtmek bu hususu delillendirmek için fazlasıyla yeterlidir. Yani Ekber‘in “anadilde ibadet” diye bir meselesi gerçekten var idiyse, “Farsça merkezli” bu hareketin “Türk dünyasının hayati meselelerinden birine yönelik bir çözüm girişimi” olarak takdim edilmesi, en hafif tabiriyle “komik“tir.
Öte yandan bu ülkede yaklaşık 250 yıldır hükümferma olan bir “kültür emperyalizmi” vardır, evet. Ancak bunun Arap dünyası patentli olduğunu söylemek tam bir “el çabukluğu“dur. Bu, açıktır ki, Arap dünyasını da, dünyanın diğer coğrafyalarını ve tabii ülkemizi de etkisi altına almış olan “Batı kaynaklı” bir emperyalizmdir.
Gün gibi aşikâr olan bu vakıa karşısında, “Anadilde ibadete karşı çıkmak, Arapça konuşmayan kitleleri örtülü bir kültür emperyalizminin egemenliği altına sokmaktır.” (A.g.e., 58.) tesbiti, hem “kültür”, hem de “emperyalizm” konusunda kitleleri yanıltmaya matuf bir bir “yönlendirme“dir.
Yüzyıllar boyu devam etmiş olan “içiçelik”te bu coğrafya hiçbir zaman “Arap egemenliği” altına girmemiştir ki, bugün bunun uzantısı olarak yaşayan bir “Arap emperyalizmi“nden söz edilebilsin! Kaldı ki, Araplarla aramızdaki “ortak zemin”in, paylaşılan unsurların bugünkünden daha fazla olmasını gerektirecek derinlik ve genişliğe sahip olduğu da açık bir gerçektir.
Milli Gazete – 8 Temmuz 2003