Albert Einstein şöyle der: “İnsan hakları içinde, pek sözü; edilmese bile, büyük önem kazanması kaçınılmaz olan bir hak daha var: Bireyin yanlış ya da zararlı saydığı eylemlere katılmama hakkı ve ödevi. Bunun en önemli örneği de askerlik hizmetine katılmayı reddetmektir. Öyle durumlar biliyorum ki, bu yüzden ahlâk anlayışı sağlam bir takım bireylerin devlet makamları ile aralarında anlaşmazlıklar çıkmıştır…”
Kavramların zihniyet oluşturduğunu, zihniyetin de inançla kopmaz bir ilişkisinin bulunduğunu akılda tutarak yukarıdaki pasaj üzerinde bir miktar duralım. Dış dünyayla iletişim kurarken bize sağladığı pratiklik, kavramların dilimize/dünyamıza girmesini sağlayan kapıyı oluşturuyor. “İnsan hakları”, bu açık kapıdan girerek dilimize/dünyamıza yerleşen en önemli kavramlardan biri. “En üstün insan hakları İslam’dadır…” diye başlayıp Kur’an’dan ayetlerle, Efendimiz (s.a.v)’den hadislerle ve bilhassa Veda Hutbesi’yle tahkim edilmeye çalışılan tehlikeli söylem, sadece anakronik yapısı dolayısıyla aykırı durmuyor. Ayrıca ve daha önemli olarak İslam’ı yabancı inanç, düşünce ve kanaatlerin oluşturduğu zeminde açıklama arızasına vücut verdiği için hafife alınamayacak bir kırılmayı ifade ediyor. Buna göre evrensel, genel geçer ve sorgulanamaz olan “insan hakları” kavramıdır. İslam da onu içerdiği için kale alınmayı hak etmektedir!!
İslam’la ilişkisini “insan hakları” kavramı esasında kurgulayan birey, yeri geldiğinde en temel mükellefiyetlerinden kaçınmakta bir mahzur görmeyecek, bu alanda kendisine yönelecek “emr-i ma’ruf/nehy-i münker” amaçlı her tavrı “insan hakları ihlali” olarak değerlendirecektir. Bunun, temel bireysel mükellefiyetlerden, yurt savunması, cihad… gibi toplumsal mükellefiyetlere kadar uzanan geniş bir alanda yol açacağı travmalar üzerinde iyi düşünmek durumundayız.
Kavramların önemini vurgulama amaçlı bir yazıda Hristiyan dünyaya ait bir kavramın bahse konu edilmesinde bir çelişki bulunduğunu düşünenler çıkabileceği ihtimaline binaen bu kavramı (Apolojetik) niçin başlığa çıkarmaya değer bulduğumu da belirteyim:
Savunmacı, özür dileyici ve meşruiyetini ispat güdüsüyle hareket eden zihin durumu, Hristiyanlığın savunulması bağlamında kullanılan “apoloji” kelimesinin çağrışım alanıyla ilgi çekici biçimde örtüşüyor. Sözlük anlamı “savunma” olan apoloji, kavram olarak belli bir saldırı karşısında Hristiyanlığı savunma tavrını anlatıyor. Aynı kökten gelen “Apolojetik” ise, Hristiyanlığa muhtemel saldırı noktalarını tesbit ederek oraları tahkim etmeyi hedefleyen bilim dalını ifade ediyor. Kimi zaman da “apolojetik” kelimesi “savunma amaçlı (söz/yazı)” anlamında sıfat olarak kullanılıyor.
İslam’ı yanlış bir zeminde ve yanlış bir şekilde savunma karakteriyle öne çıkan, İslam’ın değerini modernite kaynaklı kavramların etki gücüne sığınarak ifade etmeye çalışma yanlışı, pek çok türüyle apolojetik/savunmacı tutumların Hristiyanlığa sağladığından daha fazlasını sağlayacak değildir. Tam aksine, bu tavrın varacağı nihai nokta şu olacaktır: Herhangi bir şey, bu arada İslam, çağdaş kavram ve değer yargılarıyla uyumu ölçüsünde kıymet ifade eder. Apolojilerin bilhassa günümüzde Hristiyanlığa sözünü etmeye değer bir fayda sağladığını söylemek çok kolay değil. Batı’da cemaatsizlikten her gün bir yenisi kapanan kiliseler bu durumu açıkça ortaya koyuyor. Apolojetik tavrın Müslümanlarda yol açtığı zihin erozyonu dışında İslam’a ne kazandırdığı sorusu üzerinde ciddiyetle düşünmek durumundayız.
Papa XVI. Benedikt, bundan birkaç yıl önce yaptığı bir konuşmada Hristiyanlıkla akıl arasında güçlü bir bağ olduğunu, İslam’da ise tanrı ile akıl arasında ayrılmaz bir bağ bulunmadığını söylemişti hatırlarsanız. İslam dünyasının tamamında bu sözler hemen hemen aynı tepki tarzıyla karşılandı: “Asıl Hristiyanlık akılla bağdaşmaz. Baba-Oğul-Ruhul Kudüs” üçlemesinin akılla izah edilecek yanı yoktur…”
Oysa bu bir tuzaktı. İslam’ın rasyonel (ya da Hristiyanî) akılla bağdaşmazlık arz eden yanı bulunmadığını ispatlamak için sarf edilen çabaların, doğrudan doğruya “irrasyonel” başlığı altına giren hususların İslam’la ilişkisinin kesilmesi neticesini doğurması kaçınılmazdır. Geldiğimiz noktada muhtelif ağızların İslam’ın, kaynaklarıyla ve hükümleriyle evrensel olmadığı tezini koro halinde dillendiriyor oluşu başka neyin işaretidir?..
Milli Gazete – 10 Mayıs 2010