İmamiyye Şiası, Akaid, Ümmetin Birliği, Mezhepçilik Vesaire-1

Ebubekir Sifil2012, Ekim 2012, Gazete Yazıları

Akaidini kendi hevasına göre tanzim eden kişi, herhangi bir dinin müntesibi olduğunu iddia edemez. Etse de ciddiye alınmaz. [fotoğraf: @ wikimedia.com]

İslam bir “ideoloji” değil, “Din”dir. “Din günü”nde kişi, “hangi dinden” olduğuna bakılarak muamele görecek. Allahu a’lem, kıyamet gününün Kur’an’da “din günü” olarak zikredilmesinin sebeplerinden birisi bu.

Din’in temeli “akaid”dir. Akaid’in sıhhati, din ile tedeyyünün sıhhatini, akidenin fesadı, tedeyyünün fesadını müstelzimdir. Bir başka ifadeyle söylersek, akaidini kendi hevasına göre tanzim eden kişi, herhangi bir dinin müntesibi olduğunu iddia edemez. Etse de ciddiye alınmaz.

Tıpkı bunun gibi, her dinin müntesipleri arasında zaman içinde Peygamber tebligatından –bir kısmı küfre varan, bir kısmı çirkin bid’at kategorisine giren– sapmalar olmuştur. Bu durum son din İslam için de aynıyla vakidir.

İtikadî ayrışmalar mahiyet olarak ictihadî ihtilaflar gibi değildir. İctihadî ihtilaflarda kişi, detayları ilgili kitaplarda bulunan durumlarda bir ictihadı bırakıp bir diğerini alabilir. Bu, onun akaidine herhangi bir zarar vermez. Zira ictihadlar zanniyyat alanını teşkil eder; zannî delillerden birinin diğerine tercihin, en fazla, “delili kuvvetli ictihadı alma” noktasında bir farklılığı söz konusu olabilir. Mevcut ictihadlardan hangisiyle amel edersek edelim, sevap alırız. İctihadında hata eden müctehidin –günah kazanması şöyle dursun– hata ettiği halde sevap alması bundandır.

İtikadî alanda böyle bir “esneklik”ten bahsetmek, “itikad”ın mahiyetiyle örtüşmez. İtikad kesinlik ister; dolayısıyla A fırkasının itikadî kabulleriyle B fırkasınınki aynı anda bir kişide toplanamaz. Kişi ya bunlardandır yahut öbürlerinden. Bu bakımdan itikadî kabullerden sadece biri doğrudur ve o doğru ne zannî delile dayanır, ne de bizim tercihlerimize bırakılmıştır. Bu sebeple itikadî ihtilaflar hakkında sıklıkla duymaya başladığımız “bunlar bizim zenginliğimizdir” martavalı, meselenin hassasiyetinin farkında olanlar için herhangi bir kıymet-i harbiyeye sahip değildir.

Bu girişten sonra yazının başlıkla irtibatını temin edecek kısma geçebiliriz.

1979 devriminden sonra İslam Dünyası’nda İran’a dönük müthiş bir ilgi ve destek havası oluştu. O günleri hatırlayan ve yaşayan herkes –bu satırların yazarı da buna dahildir– bu heyecanı yüreğinde hissetti, yaşadı ve paylaştı.

Şia ile tarih içinde yaşadığımız derin itikadî ayrılıklar “İslam devrimi”nin “anti emperyalist” ve “anti siyonist” söylemlerle, Ümmet’in vahdeti vurgularıyla yüklü parlak nutukları arasında kaybolup gitmişti. Ca’feriyye/İsnâaşeriyye mezhebinin devrimin temel karakteristiklerinden birisi olduğunu, anayasa seviyesinde deklare etmiş olmasını da bu sebeple fazla önemsemedik, “rahatsız edici” bulmadık…

Ancak zaman geçtikçe İran İslam Devrimi’nin bir “İslam devrimi” olmaktan çok, bir “Şii devrimi” olduğunu hissettiren icraatlar kendini göstermeye başladı. Rahatsızlık hissetmeye başladık; ama ABD ve İsrail karşısında bu kadar dik durabilen başka kim vardı İran’dan başka? Onun için bu sesi tahkim etmeyi, küresel ve tarihsel düşmanlarımıza karşı İran’ın yanında yer almayı dini bir vecibe bildik.

Devam edecek.

2 Ekim 2012 – Milli Gazete