İslâm değişmedi ve asla değişmeyecek. Çünkü dinin sahibi Cenab-ı Allah ve dinini koruyacağını vaad ediyor.
Fakat din ve dindarlık anlayışımız bize ait ve hayli zamandır tuhaf bir değişimin girdabında.
Kısaca “Modern Anlayış” diye adlandırdığımız bu yeni anlayışın “kitaplarımızda yeri yok.” Yok, çünkü kendi kitaplarımızın irfanından doğmadı. Kendi aklımızın, kendi kalbimizin teknesinde yoğrulmadı.
Bu durumu anlamamız lazım. Anlayalım ki saf ve arı duru olanı bilelim, ona yönelelim. Kurtuluşumuz orada.
Uzun uzun açıklanabilir ama “modernleşme” kelimesiyle kastedilen şeyi, kısaca, “Batılı insan gibi düşünme, onun gibi davranma, onun değerlerini benimseme tavrı” olarak özetleyebiliriz.
Müslümanın modernleşmesinin temelinde ise kendi değerlerine yabancılaşma ve Batılı insan karşısında aşağılık kompleksi duyma hissi oldukça baskın bir şekilde mevcuttur.
Modernleşen müslüman, kendi dinî kaynaklarına, tarihine, kültürüne ve toplumuna farklı bir gözle bakmayı, bunları, Batılı değerleri esas alarak muhakeme etmeyi amaç haline getirmiştir. Çünkü artık bunlar onun ait olduğu dünyayı oluşturan temel unsurlar değildir. Çünkü artık o, geçmişine, kültürüne, dinine yabancı birisidir; “kendisine” yabancı birisidir. O, kendisine yeni bir yer seçmiştir ve dünyaya artık o yeni yerden bakmaktadır.
Modern müslüman bu noktaya nasıl geldi? Onu ait olduğu dünyaya bu denli yabancılaştıran, değerleriyle arasına mesafe, hatta “zıddiyet” koyan modernlik nasıl ortaya çıktı? Modern olmak ne demektir, ya da Batılı insanı “modern” kılan hususlar nelerdir?
Modernleşmenin ortaya çıkışı
Modernliğin temeli Avrupa’da yaşanan birkaç önemli olaya dayanmaktadır.
Bunların başında “Reformasyon” gelir. Hıristiyanlık içinde “dinin farklı yorumu”na dayanan en büyük bölünme Protestanlığın ortaya koyduğu reform hareketiyle meydana gelmiştir.
İslâm dünyası en ihtişamlı dönemlerini yaşarken, Avrupa’nın hemen her yanına iç savaşlar, mezhep kavgaları ve kaos hakimdi. Ortaçağ denen zaman diliminde Kilise babalarının toplum üzerinde mutlak bir hegemonyası vardı. Halkın maddi manevi her türlü değerini, Cennet arsası, günahları bağışlama ve benzeri vaatlerle kendi ikballeri için kullanan hıristiyan din adamları, Kilise’nin herhangi bir uygulamasına veya talimatına karşı çıkanları da “aforoz” ederek en vahşi metotlarla cezalandırırlardı. Sırf “Dünya dönüyor” dediği için Engizisyon mahkemelerinde yargılanıp cezalandırılanlar oldu.
Mesela Giardano Bruno isimli İtalyan filozof, evrende Dünya’dan başka birçok gezegen olduğunu söylediği ve sonsuz bir uzay anlayışına sahip olduğu için Roma’da Engizisyon mahkemesi tarafından yargılanıp ölüm cezasına çarptırıldı. Cezası, kazığa bağlanıp, diri diri yakılmak suretiyle infaz edildi.
Bu tutumuyla Katolik kilisesi ferdin, toplumun, bilimin ve insanlığın önündeki en büyük engel olarak varlığını sürdürüyordu. Batı’daki özgürlüklerin tarihi, bir anlamda insanların ve toplumların Katolik kilisesi karşısında verdikleri mücadelelerin de tarihidir.
16. yüzyılda ortaya çıkan Protestanlık hareketi, Katolikliğin işte bu baskıcı uygulamalarına bir başkaldırı olarak kendini göstermiş, Hıristiyanlık’ta yeni bir çığır açmıştır. Reformistler Katolik kilisesinin Hıristiyanlık ve hıristiyanlar ve genel olarak toplum üzerindeki baskıcı hakimiyetini reddetmiş, İncil’i her hıristiyanın kendi ana dilinde okuması gerektiğini savunmuş, hıristiyanları Katolik kilisesinin tekelci anlayışı karşısında özgürleştirmiştir.
Modernliğin oluşmasında ve gelişmesinde, aklı ve bilimsel düşünmeyi her şeyin üstünde tutan Pozitivizm, devlet ve Kilise işlerinin birbirinden ayrılması demek olan laiklik, bugünkü teknolojik seviyenin temelini teşkil eden sanayi devrimi… gibi birçok başka unsur da rol oynamıştır. Ancak yazımızın esas konusu olmadığı için bunlar üzerinde fazla durmayacağız.
İslâm dünyasında modernleşme
“Batı dünyası bugünkü konumunu nasıl elde etmiştir?” sorusunun cevabı bize göre basitçe şudur: Birbirinden çok uzak olmayan dönemlerde meydana gelen ve birbirini tetikleyen –yukarıda zikrettiğimiz– oluşumlar yanında, insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir “sömürü” (Batılı ülkelerin Doğulu ve Müslüman ülkeleri sömürgeleştirmesi) mekanizmasının da işletilmesiyle.
Kilise’nin katı hegemonyasının kırılmasıyla önü açılan “özgürlük” anlayışı, yukarıda özetlediğimiz diğer gelişmelerin de tesiriyle her alanda patlamalar yaşanmasına yol açtı. Protestanlık, mensuplarına, acımasızca yürütülen rekabeti ve ne pahasına olursa olsun daha çok kazanıp daha çok yatırım yapmayı “tanrıya yaklaşmanın yolu” olarak, yani bir “ibadet” olarak telkin ediyordu. Adına “Protestan ahlâkı” denen tutumun özeti buydu. (Bir süre sonra bu anlayış, hiçbir değer tanımayan “Vahşi Kapitalizm”e dönüşecek ve dönüp Protestanlığı da yutacaktı; ama bunun müslümanlar tarafından fark edilmesi için hayli zaman geçmesi gerekiyordu.)
Bu oluşumun görünen yüzü olan dev sanayi tesisleri, büyük ve intizamlı kentler, konfora dayalı hayat tarzı ve baş döndürücü maddi servetler Batı’nın bir cazibe merkezi haline gelmesine fazlasıyla yetmişti.
Bilimsel, teknolojik., ekonomik, askerî… her alanında Batı dünyasının aldığı bu mesafe, Doğu/İslâm dünyasının aydınlarının gözünü kamaştırdı. Tıpkı Osmanlı’dan olduğu gibi Orta ve Uzak Doğu’dan, Afrika’dan, Hindistan’dan… velhasıl dünyanın her yerinden öğrenciler, araştırmacılar, ilim, sanat ve devlet adamları İngiltere’ye, Fransa’ya… giderek “yeni dünya”yı yakından görme ve inceleme imkanı buldular. Tabii ülkelerine döndükleri zaman da “Batılılar’a öykünme”, yani modernleşme virüsünü de beraberlerinde götürdüler.
Asırlar ötesinden gelen Nebevî uyarı
Batı dünyasının geldiği bu noktaya İslâm dünyası da gelmeliydi! Bunun için Batı’da ne nasıl yapılmışsa, biz de onu o şekilde yapmalıydık!.. Tespit buydu.
Öncelikle Batı’da Kilise’nin kendi sınırlarına çekilmek zorunda bırakılması ve reformasyon anlayışı üzerinde durulmalıydı. Madem ki Batı’da Kilise mensupları devlet işlerine ve bilim dünyasına müdahaleden uzak tutulmuştu ve madem ki Hıristiyanlık’ta bir “reform” yapılmıştı; öyleyse bizde de benzeri adımlar atılmalıydı!
Efendimiz s.a.v., Buharî, Müslim, Ahmed b. Hanbel gibi Hadis imamlarının naklettiği bir rivayette şöyle buyurmuştu:
– “Şu muhakkak ki, karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin yollarına uyacaksınız. Hatta onlar bir kertenkele deliğinden girse, siz de gireceksiniz.”
Sahabe:
– “(Bu ümmetin arkalarından gideceği ‘öncekiler’) hıristiyanlar ve yahudiler mi ey Allah’ın Rasulü?” diye sorduğunda:
– “Ya kim olacak!” diye cevap vermişti.
İslâm dünyasının yaşadığı modernleşme macerası, Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in asırlar ötesine uzanan bu mucize ihbarını olduğu gibi tasdik etmektedir. Modernleşmiş “aydın” ilim adamlarımızın, Batı’da Katolik kilisesine karşı verilen özgürleşme mücadelesini İslâm dünyasında bizzat İslâm dinine ve onun kaynaklarına karşı yürütmesi oldukça düşündürücüdür.
Dinde reform çağrısı
“Madem ki Batı ülkeleri Hıristiyanlık’ta reform yaparak bugünkü modern medeniyet seviyesine ulaştılar, öyleyse biz de İslâm’da reform yapmalıyız” zihniyeti, beyni ve kalbi Batılı değerleri benimseme virüsünce tahrip edilmiş modern müslüman aydınlar, ilim adamları ve siyaset erbabı tarafından hemen her seviyede dile getirildi ve uygulamaya çalışıldı. “Dinde reform”dan anladıkları ise, dinin hayat ve hareket alanının mümkün olduğunca kısıtlanması, bireylerin vicdanlarına ve camilere hapsedilmek suretiyle hayattan dışlanmasıydı.
Görmediler ki, Batı’da Paris Üniversitesi, Notre Dame kilisesine bağlı okulların birleştirilmesiyle oluşmuş, Oxford Üniversitesi de Paris Üniversitesi model alınarak kurulmuş, bilahare Oxford hocalarının kurduğu Cambridge Üniversitesi Papalığın onayıyla tesis edilmiş, Sorbonne Üniversitesi, bir ilahiyatçı olan Sorbonne tarafından kurulmuştur.
Hesap etmediler ki, Kilise ve onun din anlayışı ile İslâm ve onun kaynakları arasında hiçbir benzer yan yoktu ve birini diğerine benzetmeye çalışmak, gece ile gündüzü birbirine kıyaslamaya çalışmaktan farksızdı.
Düşünmediler ki, Protestanlığın reforme ettiği Hıristiyanlık, birey ve toplum üzerinde en acımasız uygulamalarını sürdürürken, kan ve gözyaşı ile ayakta duruyorken, aynı zaman diliminde İslâm coğrafyasında müslüman ilim ve devlet adamlarının alın terinden, göz nurundan, ihlâs ve samimiyetinden yükselen muhteşem bir medeniyet insanlığın yüz akı bir dünya kuruyordu.
Akıl erdiremediler ki, gasbetmeden, sömürmeden, ezmeden ve tuğyana sapmadan “Batılı gibi” kalkınmak, ilerlemek ve yükselmek mümkün değildir. Batı tarzı kalkınmanın adının “zulüm” olduğunu bilemediler!…
Semerkand Dergisi – Şubat 2007