Gayb meselesi gündeme geldiğinde bir kısım kimseler “gayb” çerçevesine giren hususların hiç birinin hiçbir insana açık olmadığını, bir kısım kimseler ise bazı insanların gayb alanına giren ne varsa hepsini bildiğini ileri sürer. Bu tavırlardan birinin ifrat, diğerinin tefrit olduğu, dolayısıyla her iki tavrın da Ehl-i Sünnet büyüklerin tutum ve kabulleriyle örtüşmediği açıktır.
Tartışma gündemimizden ne yazık ki düşmeyen konulardan birisi de gayb meselesi. Bu durum, din anlayışımızın dönüşmeye başladığının bir göstergesi aslında. Zira bu türden tartışmalar büyük, “külli” bir problemin yansımasıdır.
Gayb meselesi gibi, itikadî ve fıkhî mezheplerin varlığı, icmaın bağlayıcılığı, Sünnet-i seniyye’nin otoritesi… gibi “tartışmalı” hale getirilmek istenen konular, hep bu “külli” problemin uzantılarıdır. Hatta bu problemin bir görünümü olarak günümüzde Yüce Kitabımız etrafında birçok tartışma açılmaya çalışılmaktadır.
Problem “külli” olunca, cevabı da elbette külli olmalıdır. Ancak bu, ilmî seviyede ve geniş çaplı araştırmalar gerektirdiğinden, biz burada sadece bu külli problemin parçalarından birini bahis konusu edeceğiz.
Gayb meselesi gündeme geldiğinde bir kısım kimseler “gayb” çerçevesine giren hususların hiç birinin hiçbir insana açık olmadığını, bir kısım kimseler ise bazı insanların gayb alanına giren ne varsa hepsini bildiğini ileri sürer. Dolayısıyla bu gruplardan ilki Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in ve evliyaullahın gayb bilgisine muttali olma konusunda sıradan insanlardan hiçbir farkının bulunmadığını söylerken, ikincisi Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e ve evliyaullaha beşer üstü ve mutlak bir hususiyet izafe etmiş olmaktadır.
Bu tavırlardan ilki, geçmişte örneği bulunmayan, nevzuhur bir akımın, İslâm modernizminin temsilcileri tarafından dile getirilirken, ikincisi, genellikle bilgi eksikliğinden veya yanlış bilgiden kaynaklanan bir tutum olarak dikkat çekmektedir.
Bu tavırlardan birinin ifrat, diğerinin tefrit olduğunu, dolayısıyla her iki tavrın da Ehl-i Sünnet büyüklerin tutum ve kabulleriyle örtüşmediğini söylememiz gerekiyor. Oysa Ehl-i Sünnet, her meselede nassların (ayet ve hadislerin) çizdiği sınırdan ayrılmama tavrıyla diğerlerinden ayrılır. Nasslar neyi nasıl haber vermişse bizler ona öylece inanırız.
Gayb nedir?
Evvela “gayb”ın, biri “mutlak”, diğeri “izafî” olmak üzere iki kısma ayrıldığını belirterek başlayalım. “Mutlak gayb”, hiçbir mahlukun bilemeyeceği gayb türüdür ki, Kur’an’da zikredilen “beş gayb” (mugayyebat-ı hams) bunlardandır.
Lokman suresinin 34. ayetinde bu 5 gaybın şunlardan ibaret olduğu zikredilmiştir: Kıyametin ne zaman kopacağı, yağmurun tam olarak nereye, ne zaman ve ne kadar yağacağı, rahimdeki ceninin cinsiyeti, şahsiyeti, şekli-şemali vs., kişinin yarın ne kazanacağı ve nerede öleceği.
Bu hususları Allah Tealâ’dan başka hiç kimse tam anlamıyla bilemez. Teknolojinin ilerlemesiyle bunlardan bir kısmının “bilinebilir” hale geldiğini söylemek ya demagoji veya cehalettir. Zira insanoğlunun yağmur veya rahimdeki ceninin durumu hakkında bildikleri, hiçbir zaman “bütün detaylarıyla kesinlik ifade eden” bilgi türü değildir ve Allah Tealâ bunların bilgisini hiç kimseye vermemiştir.
Elmalılı merhum, “mutlak gayb”a ilişkin olarak da rüya, ilham, keramet vb. sebeplerle bazı şeyler “sezilebilmesinin” mümkün olduğunu, ancak bunların hiç birisinin zan ve vehimden uzak, yakinî ilim olamayacağının altını çizer. (Hak Dini Kur’an Dili, 8/ 5415)
“İzafî gayb” ise mahlukattan bir kısmının, Allah Tealâ’nın bildirmesiyle bilebileceği gayb türüdür. Peygamberlerin muttali kılındıkları gaybî hadiseler böyledir. Esasen bir insan için gayb olduğu halde başka biri için gayb olmayan hususlar da bu kapsama girer. Kalbimizden geçen hususlar buna örnektir. Herkes kendi kalbinden geçeni bilir; dolayısıyla bu onun için gayb değildir. Ama bunu bir başkası bilemeyeceği için, insanın içinden geçen şeyler başkaları açısından gaybdır.
Gaybı, “meydana gelmiş” ve “henüz vuku bulmamış” gayb türleri şeklinde ayrı bir tasnife tabi tutmak da mümkündür. Evrenin herhangi bir yerinde meydana gelen kozmik olaylar ile dünyanın bilinmedik bir bölgesinde vuku bulan hadiseler, insanoğlunun bilgi sınırları dışında kaldığı sürece birinci kategoriye örnek oluşturur. Kıyamet ise henüz vuku bulmadığı için ikinciye örnektir.
Allah Tealâ’nın bildirmesi
Allah Tealâ, gaybın bir kısmını bir kısım kullarına bildirdiğini haber vermektedir. Kur’an’da da gerek Efendimiz s.a.v’in, gerekse diğer peygamberlerin Allah Tealâ’nın bildirmesiyle gaybdan haberler verdiklerini ortaya koyan ayetler mevcuttur. Bunlardan bazıları şöyledir:
“Allah, onu (Hz. İsa’yı) İsrailoğullarına bir peygamber olarak gönderecek (ve o da onlara şöyle diyecek): ‘Şüphesiz ben size Rabbinizden bir mucize getirdim. Ben çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar, ona üflerim. O da Allah’ın izniyle hemen kuş oluverir. Körü ve alacalıyı iyileştiririm ve Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yiyip ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer müminler iseniz bunda sizin için elbette bir ibret vardır.” (Âl-i İmran, 49)
“Allah, pisi temizden ayırıncaya kadar müminleri içinde bulunduğunuz şu durumda bırakacak değildir. Allah, size gaybı bildirecek de değildir. Fakat Allah, elçilerinden dilediğini seçer (gaybı ona bildirir). O halde, Allah’a ve peygamberlerine iman edin. Eğer iman eder ve takva sahibi olursanız sizin için büyük bir mükâfat vardır.” (Âl-i İmran, 179)
“Bu suretle İbrahim’e göklerin ve yerin melekûtünü gösteriyorduk ki yakîn hasıl edenlerden olsun.” (En’âm, 75)
“Yusuf dedi ki: “Sizin yiyeceğiniz yemek size gelmeden önce, onun ne olduğunu bildiririm. Bu, bana Rabbimin öğrettiklerindendir. Ben, Allah’a inanmayan ve ahireti inkâr eden bir milletin dinini bıraktım.” (Yusuf, 37)
Bunlar ve benzeri muhtevadaki başka birçok ayet-i kerime, Allah Tealâ’nın, peygamberlerini, diğer insanlar için gayb olan bir kısım şeylere muttali kıldığını açık bir şekilde anlatmaktadır.
O halde Kur’an-ı Kerim’in, Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in gaybı bilmediğini anlatan ayetlerini nasıl anlamak gerekir?
Peygamber Efendimiz ve gayb
Yüce Kitabımız’da şöyle buyurulur: “De ki: ‘Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben sadece bana gönderilen vahye uyuyorum.’ De ki: ‘Görmeyenle gören bir olur mu? Siz hiç düşünmez misiniz?’” (Enfal, 50)
Bir başka ayet-i kerimede de şöyle buyurulur: “De ki: ‘Allah dilemedikçe ben kendime bir zarar verme ve bir fayda sağlama gücüne sahip değilim. Eğer ben gaybı biliyor olsaydım, daha çok hayır elde etmek isterdim ve bana kötülük dokunmazdı. Ben inanan bir kavim için sadece bir uyarıcı ve bir müjdeciyim.’” (A’raf, 188)
Bunlar ve benzeri muhtevadaki diğer bazı ayetler Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’e gayb bilgisi verilmediğini ifade etmektedir. Bu durumda daha önce zikrettiğimiz ayet-i kerimelerle bunlar arasında bir uyuşmazlık olduğunu mu söylemek gerekiyor?
Elbette bu sorunun cevabı “hayır”dır.
Öncelikle şunu belirtelim ki, “gaybı Allah’tan başkası bilmez” ifadesi, hangi anlamda kullanıldığına bağlı olarak hem doğrulanabilir, hem de yanlışlanabilir. Şöyle ki: Eğer bu ifade ile Allah Tealâ’nın bildirmesi olmaksızın gaybı hiç kimsenin bilemeyeceği kastediliyorsa; doğrudur. Yani hiç kimse, Allah Tealâ kendisine bildirmeden gaybı kendiliğinden bilemez.
“Gaybı Allah’tan başkası bilmez” sözünü, “Allah, gaybı hiç kimseye bildirmez, dolayısıyla hiç kimse gaybı bilemez” anlamında kullanıyorsak, işte bu yanlıştır. Zira yukarıda zikrettiğimiz ayetler, Allah Tealâ’nın seçtiği elçilere gaybı bildirdiğini açık bir şekilde anlatmaktadır.
Dolayısıyla meseleyi şöyle anlamak gerekir: Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz de tıpkı diğer peygamberler ve hatta melekler gibi gaybı kendiliğinden bilemez. Ancak Allah Tealâ O’na bir kısım gaybî bilgileri iletirse o zaman gaybı bilir. Nitekim aşağıda üzerinde duracağımız gibi Efendimiz s.a.v., bir kısım gaybî bilgilere muttali kılınmış ve bizi de bunlardan haberdar etmiştir.
Evliyaullah ve gayb
Peki bir kısım gayba peygamberler dışında muttali kılınan başka insanlar da var mıdır?
Kehf suresinde geçen Hz. Musa-Hz. Hızır kıssası (65-82), peygamberler dışında da bir kısım gaybî bilgilere muttali kılınan insanlar olduğunu kabul etmemizi gerektirmektedir.
Bu çıkarıma, Hz. Hızır’ın peygamber olduğu söylenerek itiraz edilebilir. Ancak peygamberlerden bahseden ayetler üzerinde bir parça düşünürsek görürüz ki, Kur’an’da zikri geçen peygamberlerin tamamının ya peygamber olduğu tasrih edilmiş, tebliğinin serencamından kesitler sunulmuş yahut peygamberlerin isimlerinin peşpeşe zikredildiği dizgede adı geçmiştir. Buna bir de Efendimiz s.a.v.’in verdiği haberleri eklemek gerekir. Kur’an’da şu veya bu tarzda zikredilmiş peygamberlerin peygamberliği konusunda hadislerde daha fazla detay bulunmaktadır.
Hz. Hızır hakkında ise Kur’an’da, “katımızdan rahmet verilmiş ve ilim öğretilmiş bir kul” ifadesi geçmekte ve Hz. Musa a.s. ile olan ibretâmiz yolculukları anlatılmaktadır. Bunun dışında onun peygamberliğine, tebliğine, gönderildiği kavme… vs. dair hiçbir ayrıntı yoktur. Efendimiz s.a.v.’den de onun peygamber olduğunu ifade eden açık ve kesin bir bilgi nakledilmemiştir.
Dolayısıyla onun gayba dair bilgi sahibi olması, gayba muttali kılınma özelliğinin peygamberlere mahsus olmadığını açıkça göstermektedir.
Yine Hz. Süleyman a.s.’a, Belkıs’ın tahtını göz açıp kapayıncaya kadar getirebileceğini söyleyen ve dediğini yapan “Kitap’tan bir ilim sahibi olan” kimsenin de peygamber olmadığı açıktır (Neml, 40).
Meselenin Kur’an temelinde değerlendirilmesi sonucunda ortaya çıkan manzara kısaca budur. Bir de “rivayetler” vadisine baktığımızda, başta Sahabiler olmak üzere gayba muttali kılınan salih ve veli kullardan nakledilenler hayli fazladır.
Mu’tezilî müfessir ez-Zemahşerî, “O bütün gaybı bilir. Gaybına kimseyi muttali kılmaz. Ancak seçtiği bir elçi bunun dışındadır” (Cinn, 26-28) ayetlerini meşrebi doğrultusunda tefsir etmiş ve ayetlerin “evliyaya izafe edilen kerametleri iptal” ettiğini ileri sürmüştür. (el-Keşşâf, IV, 619-20)
Fahruddîn er-Râzî onun bu istidlalini zikrettikten sonra, bu ayette geçen “gaybına” sözcüğünün “kıyametin kopuş vakti”ni anlattığını söyler. Yani ayet, kıyametin ne zaman kopacağının bilgisine –“razı olunmuş elçi” müstesna olmak üzere– kimsenin muttali kılınmadığını anlatmaktadır. Dolayısıyla bu ayetten hareketle gaybın sadece “razı olunmuş elçi”ye bildirileceğini, başka hiç kimsenin gayba muttali kılınmayacağını söylemek isabetli değildir. Aynı surenin 25. ayetinde kıyametten bahsediliyor oluşu da bu istidlali destekleyen önemli bir noktadır.
Doğrusu bu ayetin, bir kısım gaybî bilgilerin sadece Efendimiz s.a.v.’e bildirildiğini, O’nun dışındaki hiçbir varlığın hiçbir gaybî bilgiye muttali kılınmadığını gösterdiğini söylemek, ayete yüzeysel yaklaşmak demektir. Zira;
1. Bu ayette kastedilenin, “beşer elçi” yani “peygamber” olduğu açıktır. Eğer bunu Efendimiz s.a.v.’e tahsis edersek, yazının başında zikrettiğim peygamberlerin verdiği gaybî haberlerin bizzat Kur’an’da zikredildiği vakıasını açıklayamayız.
2. Yine böyle bir tahsis, meleklerin de “gaybı bilmeyenler” kategorisinde bulunmasını gerektirir. Oysa insanlar için gayb olan pek çok hususun melekler için gayb olmadığı, ayrıca delillendirilmeye ihtiyaç duymayacak kadar açıktır.
3. Yine burada “rasul” kelimesi geçmektedir. Bu durumda ayetin “nebi”leri istisna harici tuttuğunu söylemek gerekir ki, vakıaya aykırı olur… (Bkz. el-Âlûsî, Rûhu’l-Ma’ânî, XXIX, 97.)
Yüce Allah’ın bir kısım gaybî bilgilere muttali kıldığı insanların sadece peygamberler olmadığı, evliyanın da –peygamberler kadar olmasa bile– bazı gaybiyyata muttali kılındığı konusundaki Ehl-i Sünnet inancı, kaynağını ağırlıklı olarak ilgili hadislerden almakla birlikte, konunun Kur’an ayetleriyle istidlal boyutu sadece zikrettiğim noktalardan ibaret değildir.
Hikmet ve gayb bilgisi
Kur’an’da geçen “hikmet” kavramının “gaybî bilgiye ulaşma”yı da içermesi, hatta “vahiy” kavramının yine Kur’an tarafından sadece peygamberlere mahsus olarak kullanılmaması gayb bilgisinin sadece peygamberlere verildiğini söylemenin mümkün olmadığını göstermektedir.
Peygamberler dışındaki insanların gaybî haberlere muttali kılınma vasıtalarından biri “ilham” ise, diğeri de, bizzat Efendimiz s.a.v. tarafından “nübüvvetin kırk altıda bir cüzü” olarak ifade buyurulan (Buharî, Tirmizî) rüya (sadık rüya/mübeşşirat)’dır.
Allah Tealâ tarafından gerek rüya, gerekse ilham, hads vb. bir vasıtayla muttali kılınan gaybî bilginin müslüman bilincindeki yeri ve etkisi konusunda pratik tecrübelerden hareketle çok şey söylenebilir. Bugün İstanbul’un sadece manevi atmosferinde değil, bulunduğu mahallin fizik görüntüsü üzerinde dahi silinmez bir etkisi bulunan Ebû Eyyub el-Ensarî r.a. hazretlerinin kabrinin yerinin, Akşemseddin hazretlerinin keşfi ile tesbit edilmesi, üzerinde düşünülebilecek örneklerden sadece bir tanesidir.
Şurası açık ki, Sahabe neslinden itibaren bu ümmetin salihlerinden aktarılan ve kuşaktan kuşağa intikal eden kerametler tevatür seviyesindedir. Gerektiğinde bu noktanın detaylarına girebileceğimizi belirterek konunun bir başka boyutuna temas etmek istiyorum.
Günümüzde bu ve benzeri birçok konu tartışma gündemine sokulurken, “birtakım çevreler tarafından istismar edildiği” gerekçesinin sıklıkla kullanıldığı dikkat çekiyor. Doğru olsa bile bu noktanın meselenin özüne etkisi olmadığı açıktır. Diyelim ki günümüzde bazı sahtekârlar gaybı bildiklerini iddia ederek cahil halkı aldatıyor ve bu nokta üzerinden çıkar sağlıyor. Bu sakıncanın önüne geçmenin yolu, “mevcut” bir şeyin “nâmevcut (yok)” olduğunu söylemek midir?
Bunun doğru bir tutum olmadığını ayrıca belirtmeye gerek yok. İnsanların şu veya bu şekildeki telakkisi ne Hakk’ı Hakk olmaktan, ne de bâtılı bâtıl olmaktan çıkarır.
Gayb bilgisinin sınırı
İnsanın kendi irade ve gayretiyle elde ettiği bilginin “az bir bilgi” olduğu, Yüce Kitabımız’da altı çizilen bir hakikattir. “Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ilimden ancak az bir şey verilmiştir.” (İsra, 85)
Yine Kur’an’da, meleklerin şöyle dediği haber verilir: “Melekler dediler ki: (Ey Rabbimiz!) Seni bütün noksanlıklardan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur.” (Bakara, 32)
Sadece melekler değil, peygamberler de sınırlı bilgiye sahiptir. “Allah’ın, peygamberleri toplayıp, ‘Siz(den sonra davetiniz)e ne derece uyuldu?’ diyeceği, onların da ‘Bizim hiçbir bilgimiz yok; gaybleri hakkıyla bilen ancak sensin’ diyecekleri günü hatırlayın.” (Maide, 109) ayeti, peygamberlerin dahi Allah Tealâ’nın bildirmesi olmadığında gaybî bilgiye sahip olamadıklarını anlatmaktadır. İnsanın kendi irade ve gayretiyle elde ettiği bilgi sınırlı olunca, kendi iradesi dışında kendisine verilen gaybî bilginin sınırlı olması elbette çok daha anlaşılır bir durumdur.
İkinci bir nokta da şudur: Gerek peygamberler, gerekse evliyauullah, kendi istedikleri zamanda, miktarda ve şekilde değil, Allah Tealâ’nın istediği zamanda, miktarda ve şekilde gaybî bilgiye mazhar olurlar. Dolayısıyla onların, istedikleri zaman istedikleri gaybî bilgiye muttali olmaları söz konusu değildir. Şu kadar ki, şayet Allah Tealâ’dan, herhangi bir gaybî bilgiyi elde etmeyi dilerlerse ve bu dilekleri Allah Tealâ tarafından kabul buyurulursa, ancak o zaman böyle bir şey söz konusu olabilir.
Bir noktanın daha izahıyla yazıyı nihayetlendirelim: Yukarıdan beri, Yüce Allah’ın dilemesiyle gaybî bilgiye muttali olanları “peygamberler ve evliyaullah” diye ifade ediyoruz. Bu, gaybî bilgiye ulaşma konusunda peygamberlerle evliyaullah arasında hiçbir fark bulunmadığı anlamına gelmez. Evliyaullah, peygamberlerin muttali kılındığı her türlü gaybî bilgiye sahip olabilir anlamına gelmez. Kâinatın ve insanın yaratılışı, geçmiş peygamberlerin ve kavimlerin kıssaları, kıyamet alametleri ve ahiret ahvali gibi konulara ilişkin külli haber ve bilgiler sadece peygamberlere verilmiştir. Gerek bu konularla ilgili olarak, gerekse diğer hususlarda evliyaullahın muttali kılındığı gaybî bilginin daha cüz’î olduğunu görüyoruz.
İkinci bir husus da, evliyaullahın bir kısım gaybî haberlere muttali kılınmasının, ümmeti oldukları peygamberin hak davasının teyidi anlamına geldiği gerçeğidir.
Semerkand Dergisi – Ekim 2009