“İslâm Dünyası’nın, emperyalist Batı’nın çok yönlü askerî, ekonomik, kültürel… tasallutuna maruz bulunduğu günümüzde Sünnî-Şiî ihtilafını “körükleyici” faaliyetlerde bulunmak Müslümanların menfaatlerine hizmet etmez.” Bu cümlenin bir hakikati ifade ettiğine inanır ve gereğini yapmanın her Müslüman üzerine vecibe olduğunu düşünürüm. Ancak biraz tarih bilen, Şîa’yı biraz tanıyan herkes gibi ben de “olan”la “olması gereken”i birbirinden titizlikle ayırdetme sorumluluğunun, özellikle son dönemde yaşadıklarımız da dikkate alınınca “ertelenemez” bir başka vecibeyi omuzlarımıza yüklediğinin farkındayım. Sünnî-Şiî ilişkileri konusunda hâlâ hülyalı temennilerin toz pembe dünyasında yaşamakta olanları acı gerçekle yüzyüze getirip uyarmak!Tanıtım Bülteninden
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله رب العالمين، والصلاة والسلام على سيدنا محمد وعلى آله وصحبه أجمعين
Ancak biraz tarih bilen, Şîa’yı biraz tanıyan herkes gibi ben de “olan”la “olması gereken”i birbirinden titizlikle ayırdetme sorumluluğunun, özellikle son dönemde yaşadıklarımız da dikkate alınınca “ertelenemez” bir başka vecibeyi omuzlarımıza yüklediğinin farkındayım. Sünnî-Şiî ilişkileri konusunda hâlâ hülyalı temennilerin toz pembe dünyasında yaşamakta olanları acı gerçekle yüzyüze getirip uyarmak!
“1979 İran İslâm devrimi”nden sonra Şîa’da bir itikat ihracı hamlesi görülmeye başladı. Sürecin başlarında Ümmet’in hemen her ferdi, devrime yönelik oloğanüstü bir ilgi ve desteği kalbinde derinden hissetti, yaşadı ve paylaştı. Devrimin anti-emperyalist, anti-siyonist, anti-Amerikancı bir hareket olduğu; Ümmet’in kendi ayakları üstünde durduğunu gösteren bir irade olarak ortaya çıktığı gibi mülahazalarla bu devrim desteklendi.
Şîa ile aramızda tarih içinde cereyan etmiş mezhep farklılıklarını, siyâsî ihtilafları elbette biliyorduk; ama görmezden geldik. Ümmet’in daha önemli, küresel ve stratejik problemleri olduğunu, dolayısıyla o aşamada bu ihtilafları gündeme getirmeyip devrimi desteklemek gerektiğini düşünüyorduk. Zaten onlar da böyle bir söylemle yola çıktılar ki, bu, hâlâ “söylem seviyesinde” devam ediyor; “Ümmet’in vahdeti”, “büyük şeytan Amerika”, “kahrolsun Siyonizm”, “İsrail’i tarihten sileceğiz” … sloganları hâlâ devrede ve doğrusu belli bir seviyede de olsa işlevselliğini koruyor…
Fakat aradan geçen zaman, ortaya çıkanın bir “İslâm devrimi” değil, “Şiî devrimi” olduğunu gösterdi. Devrim’in, İran İslam Cumhuriyeti anayasasında da vurgulanan Şiî karakteri[1]“İran’ın resmi dini İslâm’dır ve mezhebi de Caferî’dir. Bu madde hiçbir surette ve hiçbir zaman değiştirilemez.” İran İslam Cumhuriyeti anayasası, madde: 12. gerek İran içinde gerekse İran’ın ve Şîa’nın Ümmet’le ilşkilerinde belirleyici unsur olma özelliğini her zaman korudu.
Geldiğimiz noktada ayan beyan görülüyor ki, özelde İran ve genelde Şiî dünya Ümmet’in vahdetini amaçlamak ve bunu temine dönük çalışmak şöyle dursun, Ümmet’le ilişkilerini, kin, öfke, ayrıştırıcı/çatışmacı mezhepçilik politikaları üzerine bina etmiş durumda. Retorik olarak vahdeti, anti-siyonizmi, anti-Amerikancılığı dilinden düşürmemekle birlikte, mümkünse devrim ihracı, değilse akaid ihracı, “devrimci Şiîliğin” karakter vasfını oluşturuyor. İran, kamu kaynaklarının çok büyük bir kısmını bu uğurda harcamaya devam ediyor. Gerek medya, gerek eğitim-öğretim propaganda teknikleriyle ve daha başka vasıtalarla bu çalışmalar devam ediyor ve bugün artık şeksiz-şüphesiz görülüyor ki, karşımızdaki, “Ümmet’i Şiîleştirme” hareketi.
Tarihin hiçbir döneminde herhangi bir Sünnî devletin ya da herhangi bir Sünnî topluluğun veya âlimin “Şiîleri Sünnîleştirmek” gibi bir derdi, gayreti veya planı olmamıştır. Fakat Şiîler her fırsatı değerlendirerek Sünnîleri Şiîleştirmeyi hayatın biricik amacı hâline getirmişlerdir; bunu bugün çok net bir şekilde görüyoruz.
Kara propaganda Şiîleştirme öyle bir seviyeye ulaştı ki, Sünnî gençler kendi kimliklerinden, kaynaklarından, tarihî tecrübelerinden, itikâtlarından şüphe eder hâle geldiler; hatta Sünnîliği terk edip Şiî olmaya başladılar.
Güneydoğu’da görev yapan bir meslektaşımın şahsıma gönderdiği bir mektupta, bölgede ciddi bir Şiîleştirme çalışması olduğu, Şiî akidesini terviç eden kitapların tercüme edildiği, propagandacıların Bağdat, Kum, Tahran, Necef gibi merkezlerde eğitim gördükten sonra Türkiye’ye gelerek burada ciddi bir biçimde Şiîleştirme çalışmaları yaptıkları anlatılıyordu… Bu, yüzlerce misalden sadece bir tanesi. Bilhassa Doğu-Güneydoğu’da ve büyük şehirlerin varoşlarında Şiîleştirme faaliyetleri son hız devam ediyor. Arkalarında devlet bütçesi var ve devasa imkânlara sahipler.
Bu, Türkiye’ye özgü bir durum değil; İslâm Dünyası’nın her tarafında, Avrupa’da, Balkanlar’da, Orta Asya’da, Avustralya’da da faaliyetteler. Gittiğiniz her yerde karşınıza iki başat güç çıkıyor: Şiîler ve Vehhâbîler. Maalesef bu iki cephenin çatışmasında arada kalan, Ümmet’in kâhir ekseriyetini oluşturan Eş’arî-Mâturîdî kökenli gençlik, “ya kırk katır ya kırk satır” misali, ikisinden birini tercih etmek zorunda bırakılıyor: Şiîleşiyor veya Vehhâbîleşiyor.
Bu iki yapı tersinden birbirini besleyen, birbirine çalışan iki güç. Birinden kaçan öbürüne, öbüründen kaçan berikine yakalanıyor. İlmî zeminde karşılıklı reddiyelerden, fiilî çatışma alanlarındaki cepheleşmelere, şu anda İslâm Dünyası’ndaki manzara –üzülerek belirtelim ki– budur. Sünnîliği Vehhâbîler ve DAEŞ, Şiîliği ise İran sahiplenmiş durumda. Ya onlardan ya da bunlardan olmak zorunda bırakıldığımız bu süreçte, 1300 küsur yıldan beri adı konmuş bir şekilde Ümmet’in kâhir ekseriyetini temsil eden Ehl-i Sünnet ortada yok!..
Burada sorulması gereken kritik soru şudur: Bu “ana gövde”nin kaynakları, tarihi, delilleri, argümanları nereye gitti? Tarih içinde ilmî zeminde yürüttüğü mücadelelerle sadece Şîa’yı değil, bütünüyle “bid’at fırkalar”ı dize getiren Ehl-i Sünnet nereye gitti? Gerçekten, ibret alacağımız çok enteresan zamanlardan geçiyoruz. Kütüphanelerimiz kitap dolu, fakat biz kendi kimliğimiz, itikadımız, tarihimiz… hakkında çok ürküntü verici bir cehâlet içerisindeyiz. Zihinlerimizde çok büyük boşluklar var ve bu boşluklar birileri tarafından dolduruluyor; ayağımızın altındaki zemin kayıyor…Tarz olarak Şiîlerin mâlum propaganda metotlarının bir örneğini teşkil eden bir kitap, çarpıcı bir şekilde karşımızda duruyor: Peşâver Geceleri.[2]Seyyid Muhammed Mûsavî, Şebhâ-yi Pişâver, (Peşâver Geceleri, mütercimler: Fahrettin Altan, Kadri Çelik, Arslan Başaran, Serdar Aytekin, Yusuf Töre, Mehdi Aksu), İstanbul-2004 … Continue reading 1924 yılında çıktığı bir seyahatte Hindistan’ın muhtelif şehirlerinde çeşitli temaslarda bulunduğunu anlatan müellif, o çerçevede Peşâver şehrinde bir grup Sünnî “âlim”in sohbet/münazara teklifine muhatap olduğunu belirtiyor. Sünnîlerle geceler boyu süren münazaraların 200 kişilik kalabalık bir kitle yanında 4 basın mensubu tarafından da izlenip kaydedildiğini ve her bir oturumun ertesi gün gazetelerde/dergilerde neşredildiğini söyleyen müellif, nihayetinde “Sünnî alim”lerin bütün delillerini çürüterek Sünnîleri “susturduğu”nu ve hatta Sünnîlerden 6 kişinin Şiî olduğunu anlatıyor ki, biz bütün bunların hayal ürünü kurgularla süslenmiş bir senaryodan ibaret olduğunu düşünüyoruz.[3]Kitap daha sonra bir kere daha senaryolaştırılarak filme de aktarılmıştır: https://www.youtube.com/watch?v=swXD6SjHq9A
Zira kitap boyunca adım adım göreceğimiz gibi, okuyucuya “Sünnî alim” diye takdim edilen zatların seviyelerine, “delil” diye ortaya koydukları hususlara, müellifin delillerini tartışma tarzlarına ve genel olarak münazaradaki tutumlarına bakıldığında bunların “alim” sıfatını hak edecek kimseler olmadığı açıkça görülüyor.
Dolayısıyla kitabı okuyan herkeste olduğu gibi bizde de oluşan kanaat o ki, ya böyle bir münazara hiç yaşanmadı, ya da bir grup mübtedi ilim talebesi ile yapılan bir sohbet, önüne-arkasına yapılan eklemelerle aslının yüzlerce kat hacme kavuşturularak “Sünnî alimlerle münazara” formatına sokuldu ve o haliyle kitaplaştırıldı.[4]Kitabın farklı baskılarında ciddi oranda ekleme-çıkartmaların olması da –ki yeri geldikçe bunlara işaret edeceğiz– bu görüşümüzü teyit etmektedir. Hatta kitaplaştırıldıktan sonra da PeşâverGeceleri üzerine ilavelerde bulunmak şeklindeki tasarruflar devam etti.
Bu kanaatimizi destekleyen en önemli noktalardan biri, kitabın Arapça çevirisi[5]Leyâlî Bîşâver, Seyyid Hüseyn el-Mûsevî çeviri, tahkîk ve ta’lîkiyle, Dâru’l-Ğadîr, Beyrut-? ile Türkçe çevirisi arasında, hatta Türkçe çevirinin farklı baskıları arasında –yer yer birinde bulunan kocaman bir paragrafın diğerinde hiç yer almaması gibi– ciddî farklılıklar bulunmasıdır. Görünen o ki, Şîa, bu kitabı elverişli bir “propaganda malzemesi” olarak görmüş ve ondan alabildiğine istifade etmek için her yolu kullanmıştır.
Meselenin aslına ve Arapça kaynaklara ulaşma imkânı bulunmayan insanlardan, bu kurguya inanmaları isteniyor ve –haklarını teslim edelim!– kitap içerisinde bu, son derece iknâ edici bir şekilde yapılıyor ki, somut örneklerini yeri geldikçe zikredeceğiz.
Şîa’nın Telbisleri
“Mezhep ihracı”nı hayat tarzı haline getirmiş bulunan bir kısım Şiîler, amaçlarına ulaşmak için ilim ve ahlak dışı metotlara başvurmakta bir beis görmemektedir. Burada bu noktayla ilgili birkaç hususu okuyucunun dikkatine sunmakta fayda mülahaza ediyorum:
1. Söz gelimi iddialarına delil olarak zikrettikleri bir rivâyeti Şiî kaynaklardan refere ederken, ilgili kaynakların tam künyesini; adını, yazarını, cildini, sayfasını –tarihine, baskısına varıncaya kadar kitabın bütün detaylarını– belirtiyorlar. Söz konusu rivâyetin Sünnî kaynaklarda da geçtiği kanaatini uyandırmak için araya birkaç Sünnî kaynağı da –sadece isimlerini zikrederek– sıkıştırıyorlar. Böylece okuyucu, zikredilen rivâyetin, meselâ hem el-Kuleynî’nin (v. 329/941)[6]İmâmiyye’nin 4 temel rivâyet kaynağından (Kütüb-i Erba’a) el-Kâfî’nin müellifi Ebû Ca‘fer Muhammed b. Ya‘kûb b. İshâk el-Kuleynî er-Râzî (v. 329/941). el-Kâfî’sinde olduğunu, hem de el-Buhârî (v. 256/870) ve et-Taberî’de (v. 310/923) yer aldığını zannediyor…
Bir zamanlar, bir Ca’ferî ile aramızda bu minvalde bir sohbet cereyân etmişti. Benzer şekilde bir kitaptan iktibaslar yapmış ve kitabı da getirip göstermişti. Yukarıda bir rivâyetin metni yer alıyor; dipnotta hem Şiî hem de Sünnî kaynaklarla dolu bir referans listesi mevcut…
Ancak Şiî kaynakların detaylı bir şekilde künyeleri zikrediliyorken Sünnî kaynakların sadece isimlerinin zikredildiği bu rivâyet bağlamında o şahıs, “Sünnî kaynaklarda da geçen bu rivâyete göre, “(Hz) Ömer, Hz. Fâtıma (r.anha)’nın evinin kapısını kırmış; onu tartaklayıp çocuğunu düşürmesine sebep olmuş” demişti. İlgili rivâyetin Sünnî kaynaklarda yer almadığını ifâde ettiğimde, bu rivâyeti nakleden yazarın, rivâyetin zikredilen kaynakta yer almadığının isbât edilmesi halinde mahcup olacağını bile bile yalan söylemesinin mümkün olmadığını, söylemişti.
Bunu ona isbât edebilmem için ya beraber oturup adı geçen Sünnî kaynakların tercümelerini baştan sona okuyacak ve böylece öyle bir rivâyetin oralarda yer almadığını görecektik veya bizzat kendisi araştırarak o Sünnî kaynaklarda böyle bir rivâyetin yer almadığını tespit edecek yahut da “Bu rivâyet Sünnî kaynaklarda yok” şeklindeki sözüme itimat edecekti. Ancak bu seçeneklerin hiç birisinin mümkün olmadığını ikimiz de biliyorduk…
2. Kullandıkları başka bir taktik Şiî ve Sünnî kaynaklarda farklı lafız ve anlatımlarla nakledilen herhangi bir rivâyetin metin itibâriyle kendi kaynaklarında geçen şeklini alıp, Sünnî kaynakları da referans olarak zikretmeleridir. Zikrettikleri rivâyetler her ne kadar Sünnî kaynaklarda yer alıyorsa da Şiî kaynaklardakinden farklı –ve davalarına delil olmaktan uzak– lafızlarla naklediliyor ve fakat Şiîler bu hareketleriyle okuyucuda ilgili rivâyetin Sünnî kaynaklarda da “aynı metinle” yer aldığı kanaatinin oluşmasını temin ediyorlar.[7]Bu taktiği Müşebbihe’nin de zaman zaman kullandığını yeri elmişken söyleyelim. Meselâ İmam Ebû Hanife’nin (v. 150/767), Her kim, ‘Bilmiyorum Rabbim gökte midir, yoksa yerde … Continue reading
3. Şîa’nın bir başka taktiği, rivâyetlerde yer alan birtakım mücmel, kapalı ifâdeleri “işlerine gelecek” şekilde yorumlayarak bu ifâdelerin kendi iddialarına delil teşkil ettiğini iddia etmeleridir. İlgili rivâyetlerdeki ifâdeleri kendilerince başka yan unsurlarla da destekledikleri zaman okuyucu nezdinde artık o rivâyetler delâleti ve sübutu kat’î birer delil hâline geliveriyor! Bunun en çarpıcı örneklerden birisi, meşhur “Kırtas rivâyeti”dir. Bizim kaynaklarımızda da zikredilen bu rivâyete göre, Efendimiz (s.a.v) vefat hastalığındayken, “Bana yazı malzemesi getirin, size bir şey yazayım da, benden sonra yoldan sapmayası nız” buyurmuş. Hz. Ömer (v. 23/644) buna müdahale ederek, “Allah’ın kitabı elimizdeyken buna ihtiyacımız yok” demiş.[8]İleride gelecek olan Sekizinci Oturum’da “Kırtas hadisi” diye bilinen bu rivâyet üzerinde geniş olarak durulacaktır. Bir kısım sahâbîler yazı melzemesi getirelim derken bir kısmı da getirmeyelim demişler ve bunun üzerine Efendimiz (s.a.v) bir peygamberin huzurunda böyle bir tartışmanın uygun olmadığını söyleyerek kendisini yalnız bırakmalarını emretmiş, böylece konuşma/tartışma burada bitmiş.
Burada Şiîler tarafından olmadık çıkarımlar yapılarak başta Hz. Ömer (r.a) olmak üzere Sahâbe’ye karşı kullanılan bir argüman var. Kritik soru şu: Efendimiz (s.a.v) burada ne yazdıracaktı?
Şiîlere göre Hz. Peygamber (s.a.v), kendisinden sonra Hz. Ali (r.a)’ın halife/imam olacağını yazdıracaktı; fakat Hz. Ömer (r.a) bunu anlayınca Efendimiz (s.a.v)’in emrine karşı gelme pahasına olaya müdahale ederek engel oldu ve hadise bu şekilde neticelendi…
Bu hadise yaşanmıştır, bizim kaynaklarımızda da nakledilmektedir. Fakat “Şiîler Efendimiz (s.a.v)’in yazdırmak istediği şeyin ne olduğunu nereden biliyorlar?” sorusunun mantıklı bir cevabı yoktur. Bilindiği gibi onlar Efendimiz (s.a.v)’in, Hz. Ali (r.a)’ın imametini ilan etmek istediğini, bunu yazıyla kayıt altına almak niyetinde olduğunu iddia ediyor. Ancak Sünnîler de buna karşı, Hz. Ebû Bekir (r.a)’ın (v. 13/634) hilafetini ilan etmek ya da imamet/hilafet meselesiyle hiç ilgisi olmayan bir başka şeyi kaydettirmek için yazı malzemesi istediğini pekala ileri sürebilir. Şîa bu söylediğimize hangi delille itiraz ederse, aynı delil onların iddiasının geçersizliği için de ileri sürülebilir…
4. Bir başka taktikleri, tamamen uydurma rivâyetlerle iddialarını isbât etmeye çalışmalarıdır ki, meselenin kilitlendiği noktalardan birisi budur. Şiîler, Ehl-i Sünnet’in tekzip ve cerh ettiği bir kısım râvilerin güvenilir olduğunu, mesela Sünnîler nazarında el-Buhârî’nin Sahih’inin kıymeti ne ise, kendileri nazarında el-Kuleynî’nin Kâfî’sinin de aynı değerde olduğunu söylüyorlar. Netice itibâriyle, Ehl-i Sünnet’in birtakım râvileri cerh edip güvenilmez bulması, Şiîler için herhangi bir şey ifâde etmiyor. Ve elbette bunun aksi de geçerlidir. Şîa da Ehl-i Sünnet’in, “güvenilirliğin zirvesinde” olduğunu söylediği râvileri, hatta Sahâbe’yi, Selef’i ve imamları cerh ediyor.
5. Bizim rivâyet kitaplarımızdan, tarih kitaplarımızdan birtakım rivâyetler naklediyorlar ki metinlerinde –onların da dediği gibi– bir muğlaklık yok; fakat “senedleri” problemli. Meselâ Belâzürî’nin (v. 279/892-93) Ensâbü’l-Eşrâf’ında, Taberî’nin Tarih’inde, İbn Ebî Şeybe’nin (v. 235/849) Musannef’inde veya Abdurrezzak’ın (v. 211/826-27) Musannef’inde geçen bir rivâyeti zikrediyorlar ve tam da burada özellikle gençlerimiz, “Bu rivâyet bizim kaynaklarımızda geçiyor; öyleyse doğru olmalı” diyerek tereddüde düşüyor.
Bu noktada işin içine bizim –maalesef– uzun zamandır ihmal ettiğimiz “cerh-ta’dîl”, “sened kritiği”, “râvi tenkidi” meselesi giriyor. Özellikle rivâyetlerle iştigâl eden kişilerin mutlak sûrette bu ilmi gündemlerine alıp, “cerh/ta’dîl sistemini yeniden işler duruma getirmelerinin şart olduğunu ifâde etmemiz gerekiyor. Bu yapılmazsa, sözünü ettiğimiz mesele başımızı daha çok ağrıtacaktır…
Toplumda “el-Buhârî ve Müslim’in Sahîh’lerinde zayıf hadis yoktur” şeklinde genel kabul görmüş bir kanaat vardır. Oysa el-Buhârî ve Müslim’de de tartışılmış rivâyetler vardır. Bunlar, evet uydurma değildir, ama zayıftır; zayıf oldukları konunun ehli ulemâ tarafından da ifâde edilmiştir. Bu noktada bilinmesi gereken husus şu ki, bu tür rivâyetler, bu kitapların “aslından”, yani “usûlünden” değildir. Bütün hadis kitaplarında olduğu gibi, bu kitaplarda da iki tür rivâyet yer alır (özellikle bu tavrı, eserini sahih hadislerden oluşturmak maksadıyla yola çıkan ulemâda görürüz):
1. Kitabın usûlünü teşkil eden rivâyetler: Bu cümleden olmak üzere mesela İmam el-Buhârî’nin, Sahîh’inin herhangi bir bölümünde ilk sırada yer verdiği rivâyetler o bölümün, o bahsin “aslını (ç: usûl)” oluşturur.
2. Bir de bu rivâyetleri takviye ve tahkim etmek maksadıyla ikinci-üçüncü sırada zikredilen rivâyetler vardır ki, bunlara “şâhid (ç: şevâhid)” denir.[9]Bu meselenin ne kadar mühim olduğunu -örnekleriyle- bu eserin müteakip ciltlerinde Peşaver Geceleri’nin yazarının iddiaları üzerinden göreceğiz. Dolayısıyla Sahîh-i Buhârî’de “usûl” ve “şevâhid” olmak üzere iki kısım rivâyetin yer aldığını bilmemiz gerekir. Usûlden olan rivâyetler zayıf değildir, tamamı sahihtir; ama şevâhid arasında –uydurma olmayan– zayıf rivâyetler de bulunmaktadır.[10]Bu teknik detay için bkz. İbnu›s-Salâh, Mukaddime, 84; ez-Zehebî, el-Mûkıza fî İlmi Mustalahi›l-Hadîs, 80; es-Sehâvî, Fethu’l-Muğîs bi Şerhi Elfiyeti’l-Hadîs, II, 23; Tâhir … Continue reading Ehl-i Sünnet muhaddisler genel olarak amellerin faziletleri ile ilgili konularda –ahkâm ve itikada taalluk eden hadislerden farklı olarak– daha toleranslı davranmış ve cerh-ta’dîl süzgecini biraz geniş tutmuşlar, amellerin faziletleri, teşvik ve sakındırmaya (tergib-terhib) dâir rivâyetlerde, usûl’ü oluşturan rivâyetlerde aranan sıhhat kriterlerini aramamışlardır. Buralarda zayıf hadisler görülebilir. Sahîh-i Buhârî ve Sahîh-i Müslim’de de bu bağlamda, fezâile dâir rivâyetler arasında zayıf olanlar görülür. Dolayısıyla, “el-Buhârî ve Müslim’de zayıf hadis yoktur” denildiğinde, bu kitapların aslını/usûlünü, yani ana temelini teşkil eden rivâyetler kastedilir. Yoksa diğer rivâyetler arasında –uydurma ya da çok zayıf olmayan– zayıf rivâyetler bulunduğu, belirttiğimiz gibi, ehlinin mâlumudur.
el-Buhârî ve Müslim’de durum böyle olduğuna göre, diğer kitaplarda da böyle olması normaldir. İmam Mâlik (rh.a)’in (v. 179/795) el-Muvatta’da ( بَلَغَني ) “Bana ulaştı ki…” diyerek nak
lettiği, fakat senedini zikretmediği rivâyetlerin mevcudiyeti malumdur. Hadis âlimleri bu rivâyetlerin dört tanesi dışında tamamının muttasıl[11]Muttasıl: Râvi zincirinde kesinti/kopukluk bulunmayan sened. tariklerini bulmuşlardır. İmam Mâlik bir rivâyeti بَلَغَني (Bana ulaştı ki…) diyerek rivâyet ederken başka
bir âlim bu rivâyetin senedinin tamamını vererek nakletmiş ve dolayısıyla bu hadisin aslı itibâriyle zayıf olmadığını ortaya koymuştur.[12]Bu rivâyetlerin ancak dördünün sahih bir senedi bulunamamıştır. Konuyla ilgili olarak bkz. İbnu’s-Salâh, Risâle fî Vasli’l-Belâğâti’l-Erba’a fi’l-Muvatta (Abdülfettâh Ebû … Continue reading
Bu gerçeği akılda tutarak meseleye baktığımızda, hadis kitaplarımızda, kaleme alınırken gözetilen sistematik doğrultusunda zayıf rivâyetlere yer verildiğini, bunun bilinçli olarak yapıldığını bilir, Şîa ya da başkaları kendi batıl davalarına delil diye bu tür rivâyetleri önümüze koyduğunda ikilem yaşamayız. el-Buhârî ve Müslim’de durum böyle olduğuna göre, Kütüb-i Sitte’yi oluşturan diğer eserlerde ve İbn Ebî Şeybe’de, et-Taberî’de, Abdürrezzak es-San’ânî’de ve diğerlerinde de pekala zayıf rivâyetler vardır ve bu, son derece normaldir.
Binaenaleyh, böyle bir rivâyeti “sizin hadis kitaplarınızda yer alıyor” diyerek karşımıza getirdiklerinde biz o rivâyetin sened kritiğini, râvi tenkidini yapmak durumundayız. Bunu yapamadığımız zaman birçok insan ve özellikle gençler “Bu rivâyetler bizim kaynaklarımızda geçtiğine göre, demek ki Şiîler haklıymış, Hz. Ömer (r.a) gerçekten Hz. Fâtıma (r.anha)’yı tehdit etmiş…” gibi tereddütlere kapılabiliyor.
“Madem ki bu tarz rivâyetler bizim kaynaklarımızda var, o hâlde Şiîler haklıdır” mı diyeceğiz? Hayır! Bu tuzağa düşmemek için sened, râvi, cerh-ta’dîl ilmini gündemimize yeniden almak durumundayız.
Burada şu noktayı peşinen ifâde edeyim ki, Şîa’nın, iddialarına delil olarak önümüze sürdüğü, “delâleti/ne dediği açık” rivâyetler içinde şu ana kadar senedinin sahih olduğunu söylemek zorunda kaldığım bir tek rivâyet çıkmadı! Ya delâletlerinde veya sübutlarında problem var.
Şîa’nın, iddialarını delillendirmek maksadıyla öne sürdüğü rivâyetler bağlamında yaptığı operasyonları özetle sıralayacak olursak:
a- Rivâyet mücmel/ifâdesi kapalı olmasına rağmen, kendi davalarına delalet edecek şekilde te’vil ediyorlar.
b- Bizim kaynaklarımızda olmamasına rağmen, varmış izlenimini uyandırıyorlar.
c- Bizim kaynaklarımızda farklı, kendi kaynaklarında farklı lafızlarla yer aldığı halde, kendi kaynaklarındaki lafzı zikredip, referanslar arasında bizim kaynaklarımızı da zikrediyorlar.
d- Bizim kaynaklarımızda bulunan ancak sened bakımından problemli olan rivâyetleri sahih gibi telakki ve takdim ediyorlar…
“Ümmet’in birliğini-beraberliğini bozmayalım, şu anda daha önemli meselelerimiz var, mezhepçilik yapmayalım” gibi söylemlerin büyüsüne kapılarak bu aldatma ve çarpıtmalar üzerinden Şiî propagandanın bünyemize sızmasına müsaade etmemizi bekleyen kimi iyi niyetli ama gafil kardeşlerimiz de yok değil. Bizim, “Başka önemli meseleniz yok mu?”, “Başka uğraşacağınız kimse kalmadı da Şiîlerle mi uğraşıyorsunuz?” gibi söylemlere tolerans göstermeye ne hakkımız ne de yetkimiz var! Zira mesele doğrudan doğruya itikatla, kimlikle ilgilidir. İtikadımıza, değerlerimize yönelik tehdit ve tehlikeleri bertaref etmeden, herhangi bir stratejik iş birliğine, kardeşliğe, tevhide, vahdete gidebileceğimizi düşünmek büyük bir gaflet olur. Esasen böyle bir “vahdet”in mümkün olamayacağını tarihî tecrübe de Irak ve Suriye bağlamında yaşadığımız acı hakikatler de canlı biçimde göstermektedir.
Kaldı ki bir iman ilkesini, bir değeri ve hakikati kurban ederek doğruya, vahdete, esenliğe varmak mümkün değildir. Herhangi bir itikat ilkesinin batıl propagandalara kurban edilmesine sessiz kalarak, göz yumarak ne dünyamızı ne de ahiretimizi kurtarabiliriz. Zira İslâm, herhangi bir ideoloji değil, bir “Din”dir, “Son Din”dir. İdeolojileri oluşturanların, kimi hususları görememeleri veya değişen durumlar karşısında gözden geçirmeleri, değiştirmeleri ya da tamamen ilga etmeleri mümkündür; dolayısıyla herhangi bir ideoloji bağlamında bugün değişen şartlarda “bu maddeyi değiştirip şu maddeyi getirelim”, diyebilirsiniz. Oysa “Hak Din” olan İslâm hakkında böyle bir “tadilat” yapamazsınız. Bu dinin birtakım sâbiteleri vardır ve siz o sâbitelere inanır, bağlanıp teslim olur; böylece Müslüman olursunuz. “Hayır, ben şunları kabul edemem, burası aklıma yatmıyor, işime gelmiyor” diyerek pazarlık yapmaya başlarsanız, onun adı “İslâm” değil, herhangi bir “izm” olur.
Dolayısıyla Ümmet’in vahdeti, birlik ve bütünlüğü adına kimsenin birtakım sabit hakikatleri kurban etme hak ve yetkisi olmadığı gibi, bunları kurban ederek bir yere varmanın, bir hayır ve bereket elde etmenin imkânı da yoktur. Bunları “gözden çıkarılabilirler” listesine aldığınız andan itibâren dünyada mankurtlaşmayı, ahirette de hüsranı ve azabı imzalamışsınız demektir.
Şiîleştirme Faaliyetleri
Yaklaşık 500 sene öncesine kadar İran, Sünnîliğin hâkim olduğu bir coğrafyaydı. Fakat tarih içerisinde birşeyler oldu ve orası Şiî bir coğrafya hâline geldi.
Peki, ne oldu?
Bir yandan Lübnan’dan, başka yerlerden Şiî âlimler ithal edilmek sûretiyle Şiîlik propaganda edilirken, bir yandan da Sünnî alimler itibarsızlaştırıldı, kovuşturuldu, sürüldü, asıldı-kesildi… Neticede bir-iki nesil sonra bugünkü resim şekillenmiş oldu. Bugün Irak’ta Sünnîliğin esamesi okunmuyorsa tarihin tekerrürüdür.[13]Bu satırları kaleme aldığımız Mayıs 2018’de Şiî Muktedâ es-Sadr’ın desteklediği “Sâirûn” hareketi Irak’ta yapılan seçimlerin galibi oldu.Yarın Suriye’nin başına gelecek olan da budur.
“el-İslâm el-Yevm” isimli müessese tarafından alan araştırmalarına dayanılarak hazırlanan 2010 tarihli –700 sayfayı aşkın– rapora göre, yarım asır önce tek bir Şiî bile bulunmayan bir kısım Afrika ülkelerinde bugün Şîa, nüfusun görünür bir kısmını teşkil eder duruma gelmiş bulunuyor. Hatta bazı ülkelerde Müslüman nüfusun ekseriyetini oluşturma aşamasına gelmiş durumda.[14]Bkz. et-Teşeyyü’ fi’l-İfrîkyâ, muht. yer. Bu raporda İran, Irak, Lübnan vd. ülkelerdeki belli başlı Şiî propaganda merkezleri ve bunların çok yönlü uluslararası … Continue reading Bunun Afrika kıtasına mahsus bir durum olduğunu düşünmek aldatıcı olur. Küresel ölçekte çok dilli olarak yayın yapan uydukanalları ve internet medyası dışında Müslümanların azınlık olarak yaşadığı Batı ülkelerinden Asya kıtasına, Avustralya’ya kadar dünyanın dört bir yanında faaliyette bulunan eğitim kurumları, sağlık ve sosyal yardım kuruluşları, “İslâmî” müesseseler… vasıtasıyla –misyoner faaliyetlerini andırır tarzda– “Şiîleştirme” çalışmalarını kesintisiz biçimde sürdürüyorlar. Hatta Sünnîlikten Şiîliğe geçenlerle (müstebsırûn) ilgili hususî merkezler var.
“Öncelikler sıralaması”nı hikmetle, doğru biçimde tespit edip, toplumu inancı, kimliği ve kültürü konusunda eğitmeyi ihmal ettiğiniz zaman, içinde bulunduğumuz iletişim çağında toplum kolaylıkla kimlik değiştirir, dönüşür, başkalaşır. “Varsın olsun; Müslüman olduktan sonra bir toplum Şiî olmuş, Sünnî olmuş ne fark eder?” diyebilir, bunda bir beis görmeyebilirsiniz… “Belki İran’ın, Irak’ın etki alanına girip Şiîleşerek dünyamızı imar edebilir, daha rahat, daha güzel bir hayat, daha doğru bir Müslümanlık yaşayabiliriz” diyebilirsiniz.. Yani bunu aklî bir ihtimal olarak düşünebiliriz.
Bir an için bunun “masum” bir düşünce olduğunu kabul ederek soralım: Bu hayatta Şîa itikadını benimseyerek de yaşayabiliriz. Peki, ahiretimiz ne olacak? Kur’ân-ı Kerîm’in onlarca âyetinde tebcîl ettiği Sahâbe-i Kirâm’a (Allah hepsinden razı olsun) hakaret ederek Allah’ın rızası ve ebedî saadet elde edilebilir mi? Kur’ân-ı Kerîm’in tebrie ettiği Hz. Aişe (r.anha) validemize olmadık iftiralar atılarak Efendimiz (s.a.v)’in yüzüne bakılabilir mi?
Hasbel beşer gözümüz harama kaysa, bu amelî günahtan dolayı hesaba çekileceğimizi biliyoruz. Peki itikâdî arızalardan/bid’atlardan dolayı hesap olmayacak mı zannediyoruz? Gerçek şu ki, ikincisinin hesabı ilkinden daha çetin olacaktır. Cenâb-ı Hak Sahâbe (r.anhum) hakkında, “Ben onlardan razı oldum”[15]Bkz. 9/et-Tevbe, 100. buyuracak; biz kalkıp onların çoğu fâsık, hatta kâfir oldu diyeceğiz ya da böyle diyenlerle “kardeş” olacağız öyle mi?!
Bizler –bilfarz– kendileriyle kardeş olduğumuzu, aramızda hiçbir mesele bulunmadığını ilan etsek bile, Şîa bizimle kardeş olmak gibi bir meselesi olmadığını dün Irak’ta ve bugün Suriye’de yeterince “öğretici” biçimde ortaya koymuş bulunuyor fiilen. Onlar Ehl-i Sünnet’ten “Kerbela’nın intikamı”nı almak için asırlardır kendilerini zincirlerle döverek içlerinde biriktirdikleri kin ve nefreti bugün mazlum Müslümanların üstüne boşaltıyor. Şu bir gerçek ki, son 10-15 senede Irak ve Suriye’de Şîa tarafından katledilen Müslümanların sayısı, İslâm’ın ezelî düşmanı Siyonist İsrail’in 1948’den bu yana katlettiği Müslümanların sayısından kat be kat fazladır. Filistin’de oluk oluk Müslüman kanı akarken kılını kıpırdatmayan Şîa’nın, sözümona Kudüs’ü kurtarmak için!! kurduğu “Kudüs Ordusu” Suriye’de Müslüman kanı dökmekle meşgul!
Maalesef ülkemizde Şiî dünyasını, tarihini, kaynaklarını, usûlünü, fırka ve mezheplerini anlatacak, eni-konu bilgi eksikliği içinde bulunduğumuz Şîa vakıasını bütün detaylarıyla önümüze koyacak, bunu mesele edinip gündemine almış bir müessese mevcut değil. Fakat tam tersine İran’da, Irak’ta, başka yerlerde Sünnî kaynakları satır satır okuyup incelemeyi, tahlil etmeyi biricik amaç edinmiş, bunun için tesis edilmiş müesseseler var. Bu müesseler bizim kaynakları satır satır, sayfa sayfa, kelime kelime inceliyor; oralardan kendilerine “mermiler”, “mühimmatlar” çıkarıyor ve Peşâver Geceleri gibi kitaplar ve daha başka onlarca vasıtalar üzerinden bunu Ümmet’in gündemine sürüyor.
Türkiye’de Şiîliği tarihiyle, kültürüyle, kaynakları, ekolleri, dönemleriyle araştıran, bunu gündem edinmiş bir tane müessese göremezsiniz. En fazla bir-iki sempozyum yapılmış, birkaç tez hazırlanmıştır, hepsi bu… Fakat Şîa bizim yanı başımızda, hatta içimizde bulunan en temel gerçeklerden biri. Şu anda uluslararası gündemin ağırlıklı bir kısmını Şîa oluşturuyor, ama bizim onlarla ilgili bilgi sahip olmak gibi bir derdimiz yok. Elbette bu, bizim burada ele alacağımız kitaba vereceğimiz cevaplarla doldurulabilecek türden bir boşluk değil…
Bunu yaparken mezhepçilik yapmak gibi, Ümmet’i bölüp parçalamak gibi bir niyet taşımadığımızı vurgulamış olalım. Ortada bir “mezhepçilik/bölücülük” faaliyeti varsa, bunun faili, dilimize tercüme edilen ve şimdiye kadar 4 baskı yapmış bulunan bu kitap ve benzerleridir.[16]Aralarında Peşâver Geceleri tarzı polemik ve propaganda muhtevalı kitapları neşredenlerin de bulunduğu yayınevleri ve ürünleri için bkz . www.kevseryayincilik.com (“yayınevleri” … Continue reading Bu kitapda Ehl-i Sünnet’i doğrudan itham eden iddialar var ve bizim yapmaya çalıştığımız şey de bu iddiaların cevaplandırılması… Bu iddiaları ortaya atmak nasıl mezhepçilik sayılmıyorsa, bunların cevaplandırılması da aynı şekilde mezhepçilik sayılmamalıdır.
İfâde etmemiz gereken bir diğer nokta da şudur: Bu tenkidi yaparken tahkir ve tahrik etmeyeceğiz; tutarsız, delilsiz bir şey söylemeyeceğiz. Söylediğimiz her şeyi –Allah’ın izniyle– delillendireceğiz. Burada dile getirdiğimiz hususlarla ilgili olarak yapılacak her türlü ilmî tenkide açık olduğumuzu, Allah’ın izniyle onları da cevaplamaya hazır olduğumuzu belirtelim.
Şunu da ifâde edelim ki bizim, Şiîleri Sünnîleştirmek gibi bir gayretimiz yoktur. Böyle bir derdimiz yoktur; hiçbir zaman da olmamıştır. Bu kitabı kaleme almaktaki tek gayemiz, Peşâver Geceleri’nde dile getirilen birtakım iddialara Allah’ın izniyle cevap vermektir.
Son olarak, bir hususun altını kalın çizgilerle çizmemiz gerekiyor: Ehl-i Sünnet olarak bizim, tarih içerisinde hiçbir zaman Ehl-i Beyt ile bir problemimiz olmadı. Hiçbir zaman Ehl-i Beyt’e saygıda kusur etmedik, edenleri de kabul etmedik.
“Ehl-i Beyt” ile “Şiîlik” başka şeylerdir; Şîa tarafından Ehl-i Beyt’e bağlılık ve onların hukukunu, muhabbetini, çizgisini müdafaa adı altında yapılan işlerle Ehl-i Beyt’in bizzat kendisinin bir münasebeti yoktur. Dolayısıyla burada bu reddiyeyi yaparken Ehl-i Beyt’i reddetmiş olmayacağımızı önemle belirtmek istiyoruz. Tarih boyunca Ehl-i Sünnet’in tavrı olduğu gibi bizim de Ehl-i Beyt’e olan hürmetimiz sonsuzdur. Şîa’nın Ehl-i Beyt’i savunduğunu da kabul etmiyoruz. Evet, Ehl-i Beyt adına hareket ettiklerini söylüyorlar, ama biz, Şîa’nın Ehl-i Beyt’i “savunduğunu” değil, “istismar ettiğini” söylüyoruz. İnanç ve ideolojilerini meşrulaştırmanın yegâne vasıtası bu olduğu için Ehl-i Beyt’i dillerine pelesenk ediyorlar. Yoksa Şîa ile Ehl-i Beyt arasında bir “lâzım-melzûm ilişkisi” yoktur.[17]Ebubekir Sifil, “Ehl-i Beyt ve Rafızâ”, Rıhle Dergisi, Yıl: 5, Sayı: 18, s. 5 vd.
Hz. Hüseyin (r.a)’dan, oğlu İmam Ali Zeynülâbidîn (r.aleyh)’e, onun oğlu İmam Muhammed el-Bâkır (r.aleyh)’den onun oğlu İmam Ca’fer (r.aleyh)’e kadar hepsinin –bizzat Şiî kaynaklarda nakledilmiş– teberrî ifâdelerinin olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla Ehl-i Beyt’in hukukunu savunmakla Şîa’nın/İmâmiyye’nin farklı şeyler olduğunu tekrar hatırlatmakta fayda mülahaza ediyoruz. Bu Şîa için bir propaganda tekniği ve “meşrulaştırma” aracıdır; “Tarih içerisinde Ehl-i Sünnet denilen kitle Ehl-i Beyt’e zulmetti; Şiîler ise Ehl-i Beyt’in hukukunu müdafaa ve muhafaza ediyor” algısını oluşturmaya dönük bir propaganda mevcuttur ve Peşâver Geceleri de bu propagandayı yayma vasıtalarından biri olarak karşımızdadır. Bu kitaptaki iddiaları cevaplandırırken her vesileyle söz konusu propagandanın asılsızlığını da ortaya koymuş olacağız.
Gayret bizden, Tevfik Yüce Allah’tandır.
Ebubekir Sifil
Çengelköy, 4 Ramazan 1439
19 Mayıs 2018
- ISBN: 9786055634575
- Cilt: Tek Cilt
- Yazar: Ebubekir Sifil
- Baskı: 1. Baskı
- Baskı Yılı: 2018
- Kağıt Kalitesi: Enzo 60 Gr.
- Ebat: 13,5×21 CM
- Sayfa Adedi: 207
Kaynakça/Dipnot
↑1 | “İran’ın resmi dini İslâm’dır ve mezhebi de Caferî’dir. Bu madde hiçbir surette ve hiçbir zaman değiştirilemez.” İran İslam Cumhuriyeti anayasası, madde: 12. |
---|---|
↑2 | Seyyid Muhammed Mûsavî, Şebhâ-yi Pişâver, (Peşâver Geceleri, mütercimler: Fahrettin Altan, Kadri Çelik, Arslan Başaran, Serdar Aytekin, Yusuf Töre, Mehdi Aksu), İstanbul-2004 (dördüncü baskı, İstanbul-2015).Bundan sonra verilecek olan sayfa numaraları, kitabın birinci baskısının sayfa numaralarıdır. Kitabın Arapçasından yapılacak karşılaştırmalarda ayrıca Arapça metnin sayfa numaraları zikredilecektir. Kitaptan yapılan alıntılarda, tercüme ve telaffuz problemlerine işâret edilmiş, tarihî şahsiyetlerin isimleri başta olmak üzere, doğru telaffuzlar kaydedilmiştir. |
↑3 | Kitap daha sonra bir kere daha senaryolaştırılarak filme de aktarılmıştır: https://www.youtube.com/watch?v=swXD6SjHq9A |
↑4 | Kitabın farklı baskılarında ciddi oranda ekleme-çıkartmaların olması da –ki yeri geldikçe bunlara işaret edeceğiz– bu görüşümüzü teyit etmektedir. |
↑5 | Leyâlî Bîşâver, Seyyid Hüseyn el-Mûsevî çeviri, tahkîk ve ta’lîkiyle, Dâru’l-Ğadîr, Beyrut-? |
↑6 | İmâmiyye’nin 4 temel rivâyet kaynağından (Kütüb-i Erba’a) el-Kâfî’nin müellifi Ebû Ca‘fer Muhammed b. Ya‘kûb b. İshâk el-Kuleynî er-Râzî (v. 329/941). |
↑7 | Bu taktiği Müşebbihe’nin de zaman zaman kullandığını yeri elmişken söyleyelim.
Meselâ İmam Ebû Hanife’nin (v. 150/767), Fakat bir de Müşebbihe’nin elinde, Ebû İsmâ’îl el-Herevî (v. 481/1088) kanalıyla gelen bir nakil var ki, orada İmam Ebû Hanife’nin bu sözlerini farklı bir muhtevada buluyoruz. Bu nakle göre, İmam Ebû Hanife (r.aleyh) ile talebesi Ebû Mutî’ el-Belhî (v. 199/814) arasında şöyle bir konuşma geçmiştir: “Ebû Hanîfe’ye, ‘Bilmiyorum Rabbim gökte midir, yoksa yerde midir’ diyen kimsenin durumunu sordum; ‘Kâfir olmuştur; çünkü Allah Teâlâ, “Rahmân arşı istiva etmiştir” buyurur. O’nun arşı yedi kat semanın üstündedir.’ Bu kimse, ‘(Allah Teâlâ) arşın üstündedir; ancak bilmiyorum arş gökte midir, yoksa yerde midir’ diyor’ dedim, şöyle cevap verdi: ‘O kâfirdir; çünkü O’nun (Allah Teâlâ’nın) gökte olduğunu inkâr etmiştir. Kim O’nun gökte olduğunu inkâr ederse kâfirdir.’ İki metin arasındaki fark son derece açık. Birinde İmam Ebû Hanîfe’nin, Allah Teâlâ’nın bir mekânda (arşın üstünde) olduğuna inanan, ancak o mekânın gökte mi, yoksa yerde mi olduğu konusunda tereddüt içinde bulunan kimsenin küfrüne hükmettiği nakledilirken (burada tekfirin sebebi, Allah Teâlâ’nın mekânsal olarak arşın üstünde olduğuna inanılmasıdır), ikincisinde İmam Ebû Hanîfe’ye Allah Teâlâ’nın gökte olduğu söyletiliyor ve bu konuda tereddüt edenin küfrüne hükmettiği naklediliyor. İmam Ebû Hanîfe’nin, Allah Teâlâ’nın gökte olduğuna inanmayanın küfrüne hükmettiğini anlatan ifade el-Herevî’ye aittir; sonrakiler de ondan alıp nakletmişlerdir. Fakat Hanefîlerin İmam Ebû Hanife’den itibâren kendi sened silsileleriyle naklettikleri metin –görüldüğü gibi– tam tersini söylüyor. |
↑8 | İleride gelecek olan Sekizinci Oturum’da “Kırtas hadisi” diye bilinen bu rivâyet üzerinde geniş olarak durulacaktır. |
↑9 | Bu meselenin ne kadar mühim olduğunu -örnekleriyle- bu eserin müteakip ciltlerinde Peşaver Geceleri’nin yazarının iddiaları üzerinden göreceğiz. |
↑10 | Bu teknik detay için bkz. İbnu›s-Salâh, Mukaddime, 84; ez-Zehebî, el-Mûkıza fî İlmi Mustalahi›l-Hadîs, 80; es-Sehâvî, Fethu’l-Muğîs bi Şerhi Elfiyeti’l-Hadîs, II, 23; Tâhir el-Cezâirî, Tevcîhu’n-Nazar ilâ Usûli’l-Eser, I, 494. (Konu hakkında geniş bilgi edinmek isteyenler, Abdülfettâh Ebû Gudde’nin, ez-Zehebî’nin el-Mûkıza’sının sonunda “et-Tetimmetu’r-Râbi’a” başlığı altında yaptığı tahkike (141 vd.) bakabilirler. |
↑11 | Muttasıl: Râvi zincirinde kesinti/kopukluk bulunmayan sened. |
↑12 | Bu rivâyetlerin ancak dördünün sahih bir senedi bulunamamıştır. Konuyla ilgili olarak bkz. İbnu’s-Salâh, Risâle fî Vasli’l-Belâğâti’l-Erba’a fi’l-Muvatta (Abdülfettâh Ebû Gudde’nin neşre hazırldığı Hamsu Resâil fî Ulûmi’l-Hadîs içinde), 187 vd. |
↑13 | Bu satırları kaleme aldığımız Mayıs 2018’de Şiî Muktedâ es-Sadr’ın desteklediği “Sâirûn” hareketi Irak’ta yapılan seçimlerin galibi oldu. |
↑14 | Bkz. et-Teşeyyü’ fi’l-İfrîkyâ, muht. yer. Bu raporda İran, Irak, Lübnan vd. ülkelerdeki belli başlı Şiî propaganda merkezleri ve bunların çok yönlü uluslararası çalışmalarıyla ilgili detaylı bilgi ve istatistikler de yer almaktadır. |
↑15 | Bkz. 9/et-Tevbe, 100. |
↑16 | Aralarında Peşâver Geceleri tarzı polemik ve propaganda muhtevalı kitapları neşredenlerin de bulunduğu yayınevleri ve ürünleri için bkz . www.kevseryayincilik.com (“yayınevleri” butonu) |
↑17 | Ebubekir Sifil, “Ehl-i Beyt ve Rafızâ”, Rıhle Dergisi, Yıl: 5, Sayı: 18, s. 5 vd. |